Volkan DİNÇ

           Bir insanın her şeyi ancak bu kadar güzel olurmuş! ölümü de... (Annesi)
 

          Yaşayan biri için yazılabilecek çok şey var! Ya ötekiler ebedi hayata intikal edenler? Onlar için de yazacak, yazılacak daha çok şey varken, göçüp gittiler... Hele bir de ömürlerinin baharındaysalar, o gencecik fidanları ellerinizle toprağa vermişseniz! Ne diyeyim! Bunu ancak yaşayanlar bilir..


       İşte biz de böyle bir fidanı, 22 Ekim 2004 tarihinde Almanya'da toprağa verdik. O henüz 25 yaşındaydı. 75 yaş da olsa ayrılık acı, ölüm acı, bu acının yaşlısı, genci yok! Yok ama, bu sizin evladınızsa, bu sizin torununuzsa, bu sizin kardeşinizse ve yeğeninizse, buna yüreklerin dayanması kolay olur mu hiç? İşte biz çok sevgili, çok değerli yavrumuzu, kuzumuzu, gözbebeğimiz Volkanımızı böyle verdik gurbet ellerdekara toprağa...

Gönlümüzün terazisi bozuldu
Anlımıza kara yazı yazıldı
Kuzumuzun mezarı Solingen'e kazıldı

     Babaannesi - Dedesi

          Volkan Almanya'da doğdu ve orada yaşadı. Annesi Mukaddes, Babası Bünyamin, Ağabeyi Hakan ve Kardeşi Mehtap'la birlikte sevgi dolu, mutlu bir hayat sürüyordu. Dedesi, Babaannesi, Amcası, Dayısı ve daha pek çok yakını da vardı orada. Volkan, kişiliği ile herkesin göz bebeğiydi. Az konuşur ama öz konuşurdu. Büyüklerine çok saygılı, küçüklerine sevgi doluydu. Sevgisini göstermeyi pek beceremezdi ama, tavırlarıyla, davranışlarıyla ve herkesi ayrı ayrı gözetmesiyle bize ne kadar değer verdiğini anlardık. Yüreği sevgi dolu olmasa, nasıl sevdirirdi kendini bu kadar...


          Almanya'da doğmasına ve orada yetişmesine rağmen, kendi kültürüne, örf ve adetlerine bağlı bir gençti. Türkiye'yi, oradaki yakınlarını hiç ihmal etmez, sürekli arar sorardı. 2004'ün yazında Türkiye'ye gelmeyi çok istedi. Çünkü, iki senedir gelmiyordu ve çok değer verdiği, bir dediklerini iki etmediği Halil İbrahim ve Adem amcasının oğulları Serkan'ın ve Gökhan'nın düğünleri vardı. Onlardan birkaç yaş büyüktü, ama onları daha büyük bir ağabey gibi kollar, gözetirdi. Onların düğünlerine gelmek en doğal hakkıydı. Amcasının diğer oğlu Mehmet ile dördü çok iyi arkadaştılar. Onlar Almanya'dan bir şey sipariş edecekleri zaman muhakkak Volkan'a söylerlerdi, O'da mutlaka istediklerini yerine getirirdi. Düğünde bulunmayı, onları görmeyi o kadar istedi ki; 3,4 defa bilet alındı, ancak, çok sıcak olduğu gerekçesiyle doktorları izin vermedi. İsyan etti, doktorlara kızdı, babasına bağırdı-çağırdı zorla biletleri aldırdı ama olmadı. Ağabeyim de gelemedi, ikisi de düğünlerde bulunamadılar. Bu şartlarda bizim de nasıl bir düğün yaptığımızı takdir edersiniz... Belki de herkese veda etmek için bu kadar çok istedi gelmeyi... Çünkü çok sevdiği insanlar, dedesi, anneannesi, teyzeleri, ve pek çok akrabamız vardı orada; onların da gözdesiydi Volkan.


          Volkan'ı sevdiren, sevimli kılan güzel huyları yanında herkes gibi bir takım tutkuları da vardı. Bunlar da onun kişiliğine ayrı bir tat, lezzet katardı. Güzel ve marka giyinmeyi, yüzmeyi, futbol oynamayı ve motosiklete binmeyi severdi. Diğerleri neyse de motosiklete binmesine hiç razı olmazdık, çok tehlikeli her an bir kaza yapacak diye aklımız giderdi. Benim içimde hep bir sızı vardı; bu çocuğa bir şey olacak diye... Çünkü çok süratli ve virajlı yollarda sürüyorlardı bir grup arkadaşı ile. Bana göstermişti, çok virajlı bir yoldan geçiyorduk; "Hala bak bir keresinde ben buradan uçtum" dedi. Çok kızmıştım, kızacağımı bildiği için gülüyordu ve her zaman ki gibi "bir şey olmaz" diyordu. Fenerbahçe taraftarıydı. FB ve Milli Takım maçlarını hiç kaçırmazdı. FB'nin formalarını isterdi; buradan alıp gönderirdik. Babasıgilin üst katında kalıyordu. Almanya'ya gittiğim zamanlar, O'nun dairesinin bir odasında kalır ve komşu diye takılırdım. Yemek konusunda seçiciydi. Annesinin özenle hazırladığı yemekleri yerdi; yine de kendi mutfağına da bir şeyler satın almayı ihmal etmezdi. Aldığı yiyecek-içecekler en fazla iki çeşit olur, ama miktarları çok olurdu. Neden böyle yaptığını bir türlü anlayamazdık hoşumuza gider, gülerdik. Hangi bir anısını, hangi bir konuşmasını anlatayım! Annesinin hep söylediği gibi; Onun her şeyi güzeldi...


          Her şeyi bu kadar güzel olan birinin ölümü de güzel olurdu elbette. Şükürler olsun Allah'ımıza, itibarlı bir yolculukla uğurladık O'nu. Yalnız biz sevmiyormuşuz; Alman, Türk, İtalyan ve her milletten pek çok insanın katıldığı sevgi ve yaşlar dolu gözlerle ebedi mekanına yolcu ettik. O'nun giderken meydana getirdiği manzara ne kadar hayırlı, ne kadar yüreği geniş bir insan olduğunu gösterdi. Arkasında farklı milletlere ve dinlere mensup kişiler tek yürek olmuştu. Abdest alıp cenaze namazında saf tutan yabancılardan tutun da, kabrinin başından saatlerce ayrılmayan ve dua okuyan yüzlerce gençle, orası mezarlık alanı değil, sanki bir okul bahçesiydi.


          Ölümü herkes için bir şoktu; kimse O'nun ameliyattan sonra gelemeyeceğini aklının köşesine bile getirmemişti. Ameliyata, her zamanki nüktedanlığıyla, etrafındakileri güldürerek girmişti. Annesine çok takılırdı. Yengem çok fedakar bir insandır, hepimize de aynı özeni gösterir ama Volkan'ın adeta kulu-kölesiydi. Volkan da bunu bildiğinden "bu benim özel hizmetçim-kapıcım" diye takılırdı. Hatta hastanede ameliyat öncesi de aynı şakayı yapmış; hep gülüşmüşler. O buna layıktı, duruşuyla, tavrıyla hak ediyordu, hepimiz O'nun kölesiydik.


          Acıların büyüğünü asıl orada olanlar yaşadı. Bütün aileye kol-kanat geren, 25 yıl bu acıyı içine gömerek bizleri teselli eden, göz yaşlarını içine akıtan, vakur, dirayetli bir baba ve yüreği kanayan, gözü yaşlı bir anne, O'nun her türlü nazını çeken, kusurlarını görmezden gelen olgun Hakan ağabeyi ve O'nun küçüğü değil de, sanki büyüğü gibi, şakalarına, kızdırmalarına aldırış etmeyen katlanan Mehtap, 25 yılı O'nunla yaşama şansına sahip oldular. Ancak, O'nun doğumundan ölümüne kadar geçen acılı günleri, ayları ve yılları da birebir birlikte yaşadılar. Ali Amcasının, Yahya amcasının Şadan Dayısının da göz bebeğiydi O. Ümmühan, Sevcan, Fatma yengeleri, hepsi orada, paylaştılar bu acıyı. Hele ölümünü hiç mi hiç akıllarına getirmeyen, üstüne titreyen, pencereden Onun gelişini, gidişini gözleyen, yolunu bekleyen ve her namazın akıbetinde O'nun için ayrıca dua eden Medine babaannesi ve Mehmet Dedesi için, adeta bir yıkım oldu. Öyle ya 70 yaşlarına gelmiş iki insanın torununun acısını görmesi ne demek!


          Bu süreçte, Ankara'da biz; Zehra halası, Ahmet amcası ve Aksaray'daki yakınlarımız sık sık arıyor, Volkan'ın nasıl olduğunu soruyorduk. Çok da bunaltmak istemiyorduk, zaten onların acısı onlara yetiyordu bir de bizi avutuyorlardı. Sesini duyalım diye ara-sıra da kendisini arıyorduk. Volkan nasılsın? "Ben iyiyim, iyiyim yok bir şey" Sesi iyi gelmese de bu cevabı alırdık. Bir gün bile hastayım, ben iyi değilim deyip nazı, niyazı olmadı. Doktora veya kontrollere motosikletle gidip-geliyordu. O enerjiyi, gücü nasıl buluyordu? Sağlıklı insan bile, bunu yapamazdı. Ama, Allah ona öyle güzel bir 25 yıl verdi ki, Ağabeyimin (babası) dediği gibi "Allah bize 25 yılı ödül verdi. Volkan emsallerinden çok iyi yaşadı ve biz de en iyi şekilde yaşattık." Aslında insanın ne kadar yaşadığı değil, nasıl yaşadığı önemli değil mi? Ya bu 25 yılı yatakta ve sürekli inleyerek acılar içerisinde geçirseydi? Nasıl dayanırdık? Belki de; Allah'ım bu kadar acı çekmesine dayanamıyoruz diye ölümünü mü isterdik? Mehtap Türkiye'ye geldiğinde, Volkan daha ameliyat olmamıştı, ancak ameliyat düşünülüyordu. Dedi ki "Hala eğer Volkan iyileşmeyecekse daha fazla acı çekecekse, yaşamaması daha hayırlı, bu halde O'nun yaşamasını istememiz bencillik olur, çünkü acıyı o çekiyor." Bu sözler bana bir bıçak gibi saplandı, adeta yıkıldım. Çünkü ne şartta olursa olsun hiç dillendirmediğim, aklımdan hep uzaklaştırdığım ve en korktuğum bir şeyi söylemişti. Ben de biliyordum ama kıyamıyordum, dilim varmıyordu...


          Ancak İçimizde hep bir ümit taşıyorduk. Doktorları hiç bir zaman tehlikeli bir ameliyat önermemişler, bu ameliyatının da korkulacak bir tarafı olmadığını söylemişlerdi. Nitekim son ameliyatı başarılı geçmiş, ne olmuşsa daha sonra olmuştu. Güçlü bir bünyesi vardı, yıllarca buna katlandı, bundan sonra da katlanır, tıbbi gelişmelere her gün bir yenisi ekleniyor diye kendimizi teselli ediyorduk. Zaten, Volkan'ın hasta olduğunu, doğuştan kalbinden rahatsız olduğunu pek kimse bilmiyordu ve anlayamıyordu da. Çünkü bu ağrılı-sancılı bir rahatsızlık değildi. Zaman zaman kalp ritminde bozukluklar oluyor, onun için sık sık kontrollere gitmek, tetkikler yaptırmak zorunda kalıyordu.


          Görünüşünden pek anlaşılmıyordu çünkü; emsallerinden daha faal, hayat dolu bir çocuktu. Hastalığından hiç yakınmadı, hiç bir zaman kendini aciz duruma düşürmedi, kimseyi de hiç acındırmadı. Hep başı dikti, bizler karşısında eziliyorduk, dayanamıyorduk, O'na bir şey sezdirmiyorduk ama yüreklerimiz kan ağlıyordu, içimizde hep ya bir şey olursa endişesi vardı. O bize acısını hissettirmedikçe, daha çok eziliyorduk. İşte böyle bir 25 yıl geçti. O'nu ilk kez hastanede ziyaret ettiğimde 2 yaşındaydı. Kimsesiz çocuklar gibi hastanenin oyun odasında oynuyordu Annesiyle beni görüp koşarak gelişine hiç dayanamamıştım. İşte bu acı, hiç eksilmeden, dilim varmıyor ama, ölümüne kadar sürdü. Artık olan olmuş kara haber gelmişti. İftar saati Ahmet ağabey aradı; bize gelir misin ? dedi Ağzımdan ilk çıkan şey "Volkan'a bir şey oldu değil mi?" oldu. Acı haber tez anlaşıldı. Anne-baba yüreği mezarını görmeden durabilirler mi hiç? Orada defnine karar verildi. Ablam, Ahmet ağabey ve ben o gece Almanya'ya gittik. Ablamın kızı Cansu şok olmuş, ilk defa çok sevdiği birinin acısını hissediyordu. Çünkü henüz 15 yaşındaydı...


          İğnelerle, ilaçlarla, ameliyatlarla geçen acılı, çileli, ama dimdik ayakta, itibarlı, sevgi dolu bir ömrü, sağlıklı ve uzun ömürlü bir çok insanın sığdıramayacağı zamana sığdırmak da, Allahın bir lütfu olsa gerek. O'nun her şeyi güzeldi; boyu-posu, giyimi-kuşamı ve her hareketi çok has çok tatlıydı. Ölümü de güzel di, hiç ölmemiş de, bir bebek gibi güzel yüzüyle uyuyor gibiydi. Geriye ne kaldı? İşte bunlar; hem de elin memleketlerinde öyle kolay değil bu meziyetlere sahip olmak ve bu seviyede yaşamak, yaşatmak...25 yıl boyunca O'na küçük bir bebek gibi özenen, hiç incitmeden, hep sevgiyle besleyen bir anne-babaya aslında ödüldü bu hayat. Bu ödül yalnızca onlara değil, O'nu seven herkese ve bizlereydi de. Allah'ım verdiği Ödül'ünü, emanetini bizden geri aldı. O Ödül layık olduğu yerdedir İnşallah.


          Aile dostlarımız, Can arkadaşlarım Perihan ve onun büyük destekçisi Eşi Kadir sizin gibi insanlarla beni karşılaştırdığı için Allah'a şükrediyorum. 25 yıldır sizi tanıyorum; hep hayırlı işler peşinde koştunuz, hiç yılmadınız, hiç yorulmadınız, bu dünyanın hiçbir şeyine tamah etmediniz, bildiğiniz yoldan hiç ayrılmadığınız gibi, bu yola girdiğinizde iki kişiydiniz, artık şimdi dar geliyor o yollar size. Allah sizlere ne hayırlı bir evlat vermiş, anne-babasının böyle güzelliklere vesile olmasına katkıda bulunmuş. Hakikaten bu çocuklar seçilmiş çocuklar. Güzel yavrumuz Murat'ı ben çocukluğundan beri tanırdım, elimizde büyüdü, o da benim bir yeğenim ve çocuğumdu. Şöyle gözümün önüne getiriyorum da, Murat yaşından olgun, çoğu büyük insanda olmayan özelliklere sahip, derinliği olan bir çocuktu. O vefat ettiğinde; daha çok erken, çok küçük? nasıl dayanılır bu acıya? demiştim. Şimdi düşünüyorum, yaptığı işlere bakıyorum da acelesi bundanmış! diyorum. Çünkü, O; yardım eli, şefkat eli bekleyen kimsesiz, çaresiz yüzlerce, binlerce Murat'ı emanet bırakmış anne ve babasına...


          Sevgili arkadaşım Perihan! Daha önce vesile olduğun 2 kitaptan sonra üçüncüsü olan Göçmen Kuşlar kitabının da daha büyük hayırlara vesile olacağına yürekten inanıyor seni kutluyorum. Allah yardımcın olsun.

 

 
 
 

                                                                    Sevim DİNÇ     

"Nice ömürler vardır ki zamanı uzun değeri kısa;
Nice ömürler vardır ki zamanı kısa değeri çoktur"

          Volkan'dan önce 22 Kasım 2001'de Teyzemi kaybettik. Benim için hayatımdaki en büyük acı O'nun ölümüydü. Çünkü O ikinci annemizdi. Aynı zamanda eşi de amcam olduğu için çocuklarıyla da kardeş gibiydik Teyzemin herkesin yanında özel bir yeri vardı ve herkes O'nun için özeldi. Sevgi ve şefkati o kadar engindi ki; herkesi kucaklar, insanları hiç ayırt etmezdi. Hepimizin ayrı bir değeri vardı Onun yanında. Tatlı diliyle herkese ayrı ayrı hitap eder, herkes kendini O'nun yanında özel hissederdi. Annem çok ölüm acısı yaşadı, 40 yaşında ağabeyinin, 63 yaşında babası ve annesinin ölümlerini gördü. Ama, Teyzemin ölümü en acısıydı, çünkü onlar hiç ayrılmamışlardı; kaderleri de aynıydı. Aynı eve gelin gitmişler, aynı yerde yaşıyorlardı. Köyün dışında da kaderleri aynı oldu. Annem Almanyaya, teyzem de Hollanda'ya gitti. İki ayrı ülke ama, oturdukları yerler sınırlara yakın, bir saatlik mesafedeydi ve her zaman birbirlerini görmeleri mümkündü.         

      Teyzemi anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyor. Onun için annemin bir kaç sözüyle ve birkaç hatırasıyla anlatmaya çalışacağım. Annemle aralarındaki yakınlık o kadar kuvetliydi ki; Annem "Sevim yokken, köy ıssız geliyor, dünyada hiçkimse yok belliyorum" derdi. Onlar iki kardeş, İki dost ve iki arkadaştılar. Annem haklıymış, teyzem yaşarken bile annem böyle düşünüyordu. Ölümünden sonra hem köyde hem de Hollanda'da büyük bir boşluk doğdu. O ıssızlığın ne demek olduğunu O kadar iyi anladık ki... Aradan onca yıl geçmesine rağmen, hala onun kapısından geçemiyoruz, evine giremiyoruz. Annem hergün O'nun evine gidiyor, dışardan mutfağının penceresine uzun uzun bakarak hayalini kuruyor ve ağlıyor. Bu kolay kolay da geçecek birşey değil, vucudundan bir parçan kopsa, yılların bunu unutturması mümkün mü?
 

    Teyzemin sofrası hiç kalkmazdı ortadan, her an misafirleri olurdu. Bu misafirler; akraba, komşu, eş-dostların dışında, akıldan noksan kişiler, köydeyse orada dolaşan dilenci, çingene gibi zengin fakir ayırt etmeden herkesdi. Böyle kimseleri hiç yüksünmeden, tiksinmeden evinde yatırırdı. Bir sıkıntısı, derdi olan O'na müracaat eder, O da herkesin derdine derman olurdu. 2001 senesinde babam beyin kanaması geçirdi; bütün aile babamın şokuyla yanıp-tutuşurken, Teyzem meğer içten içe bitip, tükeniyormuş. Ciddi bir rahatsızlığı yoktu, ayaktaydı, bir de yurt dışında yaşayınca insanın aklına hiçbirşey gelmiyordu. Hollanda'da sık sık doktora gidiyor, bu amansız hastalık olsaydı, Türkiye'ye geleli birkaç ay olmuş, birdenbire nükseder miydi hiç! Bu duygu ve düşüncelerle aldırış etmedik. Daha sonra Hollanda'ya gittiler, hastalığı ortaya çıktı. Ne olduysa bir iki ay içinde oldu-bitti ve yıllardır yolcu karşıladığımız havaalanından bu sefer cenaze karşıladık.         

     O buna herzaman hazırdı, inancıyla yaşayışıyla... "Zaten peygamberimiz de bu yaşta vefat etti!" diyor ve etrafındakileri teselli ediyordu. Ama biz hazır değildik Alınyazısının önüne ne yapsak geçilemiyor. Babamı ölümden döndüren Yüce Allah, Onu yanına aldı. Başta çocukları; Adem, Yahya, Melek, Hatice ve Süleyman ve bizler olmak üzere, o kadar çok kişi yetim kaldık ki, bunu cenazesine katılan boynu bükük meczuplardan bile anlamak mümkündü. Ama "Öbür Tarafta" da onun yolunu bekleyen okadar insan vardı ki; hele hele Volkan'ı kimlere emanet ederdik O orada olmasaydı. Allahtan kendisine rahmet diliyorum, mekanı cennet olur İnşallah...

                                                                                                                                                                                Meryem DİNÇ