"Ölüm yok oluş değildir, doğum, büyüme, yaşlanma

                                                   ve ölüm var olmanın biçimden biçime geçişin evreleridir."

 

                                                                       ÖLÜM NEDİR

          Ölüm bir bitiş mi, bir yok oluş mudur? Hayır, ölüm ne bitişin ne sona erişin ne de zevalin ifadesi değil, aksine yeni ve ebedi bir hayata geçişin basamağıdır.

         Bir düşünür diyor ki: “Kaç yüz yıl yaşarsanız yaşayın ölüm yine ebedi olacaktır”. Toprağa atılan bir tohumun çürüyüp açılması, onun gülümseyen bir çiçek olarak karşımıza çıkmasına netice verir. Tohum için hep tohum kalmak, bir çiçek olmaya tercih edilir mi? Sürekli tohum olarak kalmak yerine bir çiçek, filiz, ağaç olmak ister.
  

       Ölüm bir diriliş, kavuşma, bir mekan değişikliğidir, yepyeni bir hale ve hayata geçişi ifade eder, dünyaya sığmayan dünyanın yeterli gelmediği dünyanın tatmin etmediği duygu ve mananın sahibi olan insan cismen ve ruhen daha mükemmel bir alemde ebediyen yaşamaya namzettir. Cenin anne rahmine düştüğü andan itibaren Allah’ın takdir ettiği ecele kadar yaşayacaktır. Yaşatan da öldüren de Allah’tır. Bazen şöyle olmasaydı şöyle olmazdı, arabaya binmeseydi, bu araba ile yola gitmeseydi trafik kazası geçirmezdi deriz. Tedbirimizi alıp irade dışında gelişen olaylar için de yorum yapmaktan kaçınacağız. Rabbim ağır imtihanları sevdiklerine yaşatır. Şu sebep, bu sebep olmasaydı dememeliyiz olacaksa olacaktır. Kader çok ince ağlarla, ince hesapları ile örülmüştür ve karşımıza çıkmadan önce yazılmıştır. Kanser, kurşun, hastalıklar hepsi birer sebeptir.  

       Yaşam bizleri zaman zaman sınar, olmadık bir anda benim diye düşündüğümüz öpmeye kıyamadığımız evladımızı elimizden alabiliyor. Her şeyin başı sabırdır, tevekkül içinde isyan etmeden, sevdiğimizi daha güzele daha çok sevilene verdiğimizi düşündüğümüzde çok daha rahat olacağız. Önden gönderilen o güzel yavrularımız yakınlarımız, sevdiklerimizin hepsinin bizlere verilen emanet olduğunu anlamış oluyoruz. Gayib perdesi açılsa ne güzel şeyler yediğini, şen kahkahalar attığını duyarsınız, hiç yaşamamak yıllarca hata içinde yaşamaktan daha iyidir. Kalpleri kırık gönülleri kederli gönül dostları, karanlığın en koyu hali yaşanmadan sabah olmuyor, bahar bile kışın soğuk karları arasından filizleniyor. Biz biriz bir bütünden geldik ve ona döndürüleceğiz. Ait oldukları yere döndürülmüş olan sevdiklerimiz emin ellerde bunu unutmamalıyız.

        Rabbülalemin Adem’i yaratacağı zaman önce Cebrail’e; “Git bir avuç toprak al getir” buyurdu. Bu emri alan Cebrail derhal yeryüzüne indi elini uzattı, tam toprağı alacağı zaman ağlayıp yalvarmaya başladı. Toprak o kadar ağladı o kadar yalvardı ki Cebrail toprağı almadan geri döndü.

        Bundan sonra Allah Mikail’i aynı iş için gönderdi, toprak ona da yalvardı ağladı gözyaşı döktü. Allah’ın adına yeminler verdi, neticede Mikail de toprak alamadan geri döndü.

        Üçüncü olarak İsrafil bu iş için yeryüzüne indi, toprak ona da yalvararak diller döktü, o da geri dönmek mecburiyetinde kaldı.
Son olarak Azrail yer yüzüne indi, toprak ona da yalvardı, ağladı, diller döktü fakat Azrail onu hiç dinlemedi toprağı aldı götürdü, bunun üzerine Allah-u Teâla:

    "Madem toprağı sen getirdin insanın canını almaya da seni memur ettim” buyurdu, Azrail bunun üzerine:
   “Yarabbi halkın tamamı bana düşman olur, benden nefret eder” diye niyaz etti.
    "Rabbimiz:
    “Sen hiç merak etme ben çeşitli hastalıklar yaratırım, hiç kimse sana düşman olmaz” diye buyurdu.
                                   

           Kaybolan nedir: Kaybolan bedendir, bedenimiz kafes gibidir Mevlana bu benzetmeyi şöyle yapıyor;
      “Ecel geldiği zaman kafesi kırar, kuşa bir şey yapmaz, kafes kırılınca kuş serbest kalır, kafes içinde çok sınırlı hareket kabiliyeti olmasına karşın kafes kırıldıktan sonra daha özgür ve serbest kalır”. Ölüm denen olay budur ruh ölmez.

          Sevdiklerimiz ruhu ile yaşıyor, zaten bizim için asıl olan ruhtur, Yunus’un dediği gibi “Bir ben var bende benden içeru, beni bende sanma ben ben değilim, beni ben yapan öz varlığım ruhumdur”, bedenimiz ruhumuzun yuvası, ruh kuşunun kafesidir bu kafes içinde yaşar, ölüm geldiği zaman beden evi yıkılır, sevdiklerimizin de beden evi yıkıldı ve ölümsüz olan ruh ile yaşıyorlar. Ölüp giden sadece cesettir ruh denen cevhere birşey olmuyor, o daima yaşamaya devam ediyor, o başka alemden geldiği için tekrar kanatlanıp yine geldiği aleme uçuyor. Sedefe zarar gelir inciye değil, kelime gider mana kalır, ampul kırılsa da elektrik kalır cesette böyledir. Onun ana kaynağı ruhtur, ölüm geldi mi cesede gelir fakat ruh bakidir ölümsüzdür.

          Önemli olan ölümden dersler çıkartabilmek miyop olan nefis hazır lezzetlerin uzmanıdır, akıbeti göremez ahreti hiç düşünmez bu yüzden ölüm hep uzağındadır onun nadiren ölümü düşünür, düşündüğü zamanlarda da nedense kendi ölümüne hiç yer vermez. Ölüm ülkesi hep bizim uzağımızdadır zekaretta olan başkasıdır bize düşen onun son günleriyle ilgili dedikodusunu yapmak, ölen nasıl olsa başkasıdır ölüm gerçeği ile tanışmak yerine ölenin ve yakınlarının dedikodularını yapanlar aldanmaktadır, başkaları için çok rahat kullandığımız son günlerini yaşıyor sözü aslında bizim gerçeğimizdir son gününü yaşamayan tek bir insan yoktur. Geçmiş geçmiştir gelecek de henüz gelmemiştir. Geleceğin bizim içinde geleceğinin garantisi yoktur, insan şu andan itibaren yüz yıl daha yaşayabilir ama bu gece onun uyudum uyanamadım gecesi de olabilir. Şunu bilmeliyiz ki yarın ezel ve ebed sultanındır o dilediğine verir dilediğine de bugün son günün diyebilir.

          Unutmayalım ki yirmi sene sonrasının hesabını yaptığı bir gün ölenlerin sayısı son günlerini yaşarken ölenlerden yüzlerce kat fazladır. Senelerce yatalak olup da oğlunun beklenmedik ölümünü gören nice analar babalar vardır. Ölümü beklenen bir hasta iken Rabbimin izniyle şifa bulurken onu son kez ziyarete gelenlerin ölümünü gören nice insanlar vardır. Aldığım nefes benim değil almak isterse alır, bütün lütufların istediğini istediği zaman almaya kadir olan sahibimizden geldiği gibi cefanın hepsi de yine ondan ayrı bir hikmetle gelir, sanma ki kahırdır sanma ki zulümdür, zulüm yok adalet var. Hak’tan gelen şefkat dolu bir mesaj var okuyabilen mesuttur okuyamayana da hayret! ne oluyor neler oluyor. Her şeyin boş ve yalan olduğu anlaşıldığı o noktada aslında hiçbir şeyin de sebepsiz olmadığını anlatmakta ne saadet!
Tığ gibi yiğit delikanlının akşam yatağına yatmadan önceki o canlı, hayat dolu halini ve sabaha yıkanan cenazesini hatırla!! Niceleri kendinin sandı emaneti malı mülküyle pek övünürdü son depremde hepsi kağıt helvaya döndü.
   

            Ey insanlar nerede analar babalar dedeler soy sop nerede? Hani o süslü saraylar, mermerler yükselten Nemrut ilah benim diyordu (haşa) bir  sineğe güç yetiremedi de başını duvarlara vura vura öldü. Onlar zenginlik ve kudretçe sizden çok daha üstündüler ne oldular, bu yer onları da değirmeninde öğüttü toz etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı, evleri yıkılıp ıssız kaldı, yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Bu dünya böyledir işte gelen kalmaz, giden gelmez.

           Kışın kelebekler yok o kışın, karın soğuğunda yaşayamazlar ki onların yaşaması onlar için azap olurdu. Baharda Allah kelebeği yaratıyor, kışın ise öldürüyor bu ölüm onlar için nimet oluyor, nasıl ki uyku bir rahatlık ve huzurdur onun büyük kardeşi olan ölümde musibetlere ve hastalara bir nimettir. Mesela sancılar içerisinde kıvranan, hastalanan yavrumuz acısından dolayı uyuyamadığı zaman o biraz uykuya daldı mı oh be! biraz dinlenecek diyoruz, işte ölüm biraz daha uzun bir uykuya dalması demektir. Zamanı gelince Allah onu tekrar uyandıracak diriltecektir. Uykuyla geçen kabir hayatını bir süre yaşatacaktır.

           Sahip olduğumuz her şey emanettir bizden alınacak olan bu emanetleri gasbetmememiz lazım. Sahiplenmeye başlarsak bizden alındığında da çok üzülürüz, peşinen kabul edelim ki her şey Allah’ındır, emaneten bizim elimizde bulunuyor, emanetleri sahibi istediği zaman geri alabilir bu gayet tabi bir şeydir böyle düşünürsek yakınlarımızın ölümüne bu kadar üzülmeyiz, ne deriz emanet sahibi emanetini aldı.
 

 
          Bizimde bir gün onun yanına gideceğimiz vakti vadeye kadar sabredeceğiz eğer sahip olduklarımızın kendimizin olduğunu, bu dünyada ebedi kalacağımızı zannedersek bizim dediklerimizin bizden ayrılışına çok üzülürüz ve bu acı dayanılmaz bir hale dönüşür. Bizim için sıkıntılarımızın çoğu dünyayı misafirhane olarak tasavvur etmememizden kaynaklanıyor.

 

 

                                 "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bile olsanız ölüm sizi bulur...”
 

                                                    ÖLÜMDEN KAÇMAYA ÇALIŞANLAR

          Mesnevi’de şöyle bir hikaye geçmektedir. Hz. Süleyman’ın (a.s) sarayına  kuşluk vakti saf bir adam korku ve telaşla girer. Kapıdaki nöbetçilere hayati bir mesele için Hz. Süleyman’la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman, karşısında korkudan tir tir titreyen adama sorar:
“- Hayır ola neyin var? Neden böyle korku içindesin? Kim korkuttu seni böyle? Söyle bana”
Adam panik ve korku içinde:
“- Bu sabah karşıma ölüm meleği Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Bakışından anladım ki benim canımı almaya gelmiş. Benim canımı alacak, Canımı!” diyerek ağlamaya başlar. Hz. Süleyman onu teskin edip sorar:
“- Peki benim ne yapmamı istiyorsun? Niye bana geldin?”
Adam gözyaşları içinde yalvarır:
“- Ey canlar koruyucusu, mazlumların sığındığı ulu sultan! Allah’ın izniyle sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgara emret de beni buradan çok uzaklara ta Hindistan’a iletsin. O zaman belki Azrail beni bulamaz, canımı alamaz. Medet, kurtar beni!”
Hz. Süleyman adama acır. Hemen rüzgarı çağırıp:
“- Bu adamı hemen al, Hindistan’a bırak.” Emrini verir. Rüzgar bir eser, bir kükrer, adamı alıp bir anda Hindistan’da uzak bir adaya götürür. Adam Azrail’den, ölümden kurtulma sevinciyle bayram havasına girer.
Öte yandan öğleye yakın bir saatte Hz. Süleyman divanını toplayıp gelenlerle görüşmeye başlamıştır. Bir de ne görsün, Azrail (a.s) gelenlerin içine karışmış  divanda oturuyor. Hemen yanına çağırır:
“- Ey Azrail (a.s) bugün kuşluk vaktinde o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun, evinden barkından ayırdın, avare ettin?”
Azrail (a.s):
“- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben o adama öfkeyle, hışımla bakmadım. Hayret ve şaşkınlıkla baktım. O yanlış anlamış vehme kapılmış. Onu burada görünce  çok şaşırdım; çünkü Allah(c.c) bana ‘Haydi git şu adamın canını Hindistan’ da al’ diye emir verdi. Ancak o adamı burada görünce, bu adamın 100 tane kanadı dahi olsa bu akşam Hindistan’da olamaz. Bu nasıl iştir diye hayretlere düştüm. İşte o bakışımın sebebi bu.” Sonra ekler:
“- Şimdi ise o adamı Hindistan’da görüyorum. Hemen gidip canını alıp görevimi yapacağım.”
Hindistan’da kurtuldum diye cümbüş yapan adam bir anda Azral'i (a.s) karşısında bulmuş . Yalvarıp yakarmaya bile fırsat bulamaz. Ölümden kaçışı bir fayda vermez.

    "De ki; eğer ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bu kaçış size fayda vermez."

 Hayat bir dal, ömür bir kuş
Kanadını açar gider
Bir gün kafes kalır bomboş
Kuş kafesten uçar

 

 

 

           ÖLÜM YAŞAYIŞTIR


Ey bu daracık kafesten uçan
Yolunu gökyüzünün yücelerine götüren
Bundan böyle yepyeni bir yaşayışa dal
Dört unsurdan oluşan beden hırkasına karşılık 

Sana has boyalarla boyanmış
Güzelim bir elbiselik dokumuşlar
Ölüm yaşayıştır, yaşayıştır ölüm
Fakat gerçeği örten görüş tersine gösterir onu

Şu bedenden çıkan canların hepsi de diridir
Fakat melek gibi görünmezler
Bedenine demir atmış can
Şimdi denizlerde gemi gibi yüzer durur

Elden ayaktan ayrıldı amma
Allah’ın lütfu ile ona cafer kanatları verildi
Beden evi yıkılırsa ağlama
Bunu iyice bil

Zindandan, kuyudan çıktın mı
Mısır’a Yusuf kesilirsin, padişah olursun
Ey bizim dünyamızdan giden
Ne de hoş gidiyorsun göklere doğru

Ey kafesi kıran, bağlarını çözen
Kanat açmış nereye gidiyorsun?
Başını kefenden çıkar da söyle bize
Ne diye gidiyorsun vatanından

Hayır yanıldım, bu vatan eğreti zaten
Ölümsüzlük vatanına gidiyorsun sen
Cennetlerden bir yeldir esti
Razılık rıdvanının ardına düştün de gitmedesin

Yahut Allah’ın Cemal parıltılarıyla kendinden geçtin
Ona doğru koşuyorsun
Aşkla buluşmam yakın, buluşma günü için güzelleş
Ölümümüz neşedir, buluşmaktır bize

Madem ki şu dünya zindandır bize
Zindanın yıkılması zevktir neşedir elbet
O’nun zindanı bile bu kadar güzel olursa
Dünyayı bezeyen meclisi nicedir ki?

O’nun zindanı bile bu kadar güzel olursa
Sarayları kim bilir nasıldır?
Bulutsuzluk aleminde
Uçsuz bucaksız bir dünya gördüm

Çadırımı o sınırsız yere götürdüm
Gül dalım solup dökülmüştü
Tekrar gül bahçesine geri götürdüm onu
Düşüp kalktıklarıma hoşça kalın dedim

Canımı izi belirmeyen dünyaya götürdüm
Şu altı kapılı evden çıktım
Varımı yoğumu bir hoşça mekansızlık alemine ilettim
Pencereme şaşılacak bir ay vurdu

Dama gittim merdiven götürdüm
Canların topluluk yeri olan
Şu gök damını sandığımdan çok daha hoş buldum
Ağlama bana bu yolculukta neşeliyim ben

Yolumu cennetlerin bulunduğu diyara taşıdım
Mezarımın başına şu ince şu anlamlı sözü yaz:
‘Artık başımı beladan sınanmadan kurtardım ben’
Ey beden şu yerde bir güzelce uyu

Senin haberini göklere götürdüm ben
Bağla çeneni, feryatların hepsini de
Dünyayı Yaratan’a götürdüm artık
Bundan böyle gönül gamını söyleme
Çünkü gönlü de gizli sırları bilene götürdüm.

                                A. K. TECER