Yazmak ile olmuyor ey deli gönlüm
 Bir dertliye deva olabildinmi?
  Riya ile geçer yoksa bu ömrün

Bir hastaya ilaç olabidinmi?   

 

                                                       VAR MISINIZ BEKLEMEDEN YAPMAYA?

           İyiliğini bir şey saymak ve iyiliği ile gururlanmak, gönül bulandırır.Minnet iyiliğin değerini eksiltir veya keser, iyiliği bir görev diye yapmak ve unutmak gerekir.Hep bir şeyler aldığınızda mı mutlu olacaksınız? aslında vermek, almaktan daha büyük bir haz ve mutluluk verir. Beklemekle ne geçti elimize ben bekledim, sen bekledin oysa insan yaptıkça kendi doyup kendi huzur bulacak. Yardım, paylaşmak, cömertlik, var mısın? bütün beklediklerimizi kendimiz yapmaya.          

         Aşevi ve misafirhane açılmadan önce hastane bahçesinde naylon çadırların altında, karton kutular üzerinde kuru ekmek ve simit ile öğün geçiren onlarca insan gördüm. Kader hanım der ki öyle manzaralarla karşılaştım ki aşevimizde; midesinin tamamını bir daha hiç acıkmayacak kadar doldurmak isteyenler, yiyemedikleri ekmek ve yemeği naylon poşete koyarak cebine sıkıştıranlar, işte böyle garibanlara sıcak yemek ve çay imkanı sunuyor Deniz Feneri.         

       O günlerde gördüğüm bir manzarayı paylaşmak istiyorum. Bir akşam üzeri hastane bahçesine yemek götürmüş, bir başka arkadaşımın da getireceği yemekleri beklerken az ilerde bir hanım kanser hastası olduğu belli olan çocuğunu bir poşetin içinden bir şeyler alarak doyurduğunu görünce yanlarına gidip biraz sonra sıcak yemek dağıtacağımızı çocuğunu yemek ile doyurmasını söyledim, gözüm poşetin içindeki kırılmış kuru soğan ve ekmeğe takıldığında gözlerimden boşalan yaşlara engel olamadım ve o çocuk kontrole gelmiş, sonbaharın serin gecesinde sokakta yatacaktı, bir otele bıraktı eşim.  Beni çok etkileyen bu olayı yerel bir radyodan insanlara duyurup yardım etmelerini, hiç olmazsa bir çorba yapıp götürmelerini rica ettim. Çağrıma cevap alamadım, sandım ki beni kimse duymadı. Ta ki Ramazan'ın birinci günü yemek götürdüğüm güne kadar. Bir kaç masada insanlar birbirinden güzel yemekler, kasalar dolusu pideler, lahmacunlar dağıtıyorlardı. Sorduğumda ise bir bayanın radyoda bu insanları anlattığını çok üzüldüklerini söylediler.           

        Evet beni çok duyan olmuş ama Ramazan'ın gelmesini bire bin almayı beklemişler, bu durum devam edince aynı radyodan yemeklerin çoğunun döküldüğünü kağıt tabaklarla verilen yemekleri insanların saklama şansı olmadığını, Ramazan'dan sonra da o insanların orada olduklarını, gerekirse ben organize ederim dememe rağmen Ramazan'ın bitimine birkaç gün kalana kadar geldiler. Onlardan bazılarını kandillerde de gördüm. İşte Deniz Feneri her günü Ramazan kabul edip o insanlara sıcacık mekanlarda yatak ve aş imkanı sağlıyor. Allah (c.c.) bu derneği Ayağa kaldıran, ayakta tutan güzel gönüllü insanlardan razı olsun. 1997 yılında uykusuz gecelerime Uğur beyin sönük kamera ışığı ile çaresizlere yardım programı arkadaş oluyordu. O sönük kamera ışığının bir güneş ışığına dönüşeceğini tüm dünyadaki çaresizlere ulaşacağını sanırım hayal bile edemezdi. Halis niyetlerle yola çıkıldığında Rabbim güzel yolcular çıkartıyor insanların yoluna. Benim tencerelerdeki yemeklerim aşevine dönüştü, ben bunu yaşadım ve gördüm, beni bu yolculuğumda yalnız bırakmayan, beni anlayan, dinleyen Deniz Feneri Ankara Şubesi Müdiresi Kader Güngör hanımefendiye tüm hasta ve yakınlarının her sorununda yanında olduğu için şükranlarımı sunuyorum.           

        Hepimiz birer kibrit yakarsak hayatın karanlıklarına, tüm dünya aydınlık olacaktır. Ben küçücük katkımızın her çaresiz insana ulaştığını düşünüyorum. Bu beni çok mutlu ediyor ayrıca kitabım dernekte satılıyor, içindeki güzel insanların ruhlarını Rabbim haberdar eder inşallah. Bu dramlar büyük şehirlerdeki hastanelerin hemen hemen hepsinde yaşanıyor. Bunlardan biri de Ankara Numune Hastanesi'nin rehabilitasyon bölümü. Yalnızca çocuk bölümünde 45-50 hasta var, özürlü olan bu çocukların bir çoğu taşradan gelen ve yoksul insanlar, bez bulamadıkları için altları sık açılamayan çocuklarda yaralar meydana geliyor çamaşır ve pijama bulamayan bu yavrucakları görüp duyarsız kalamadım. Radyo Hedef'te bu insanların içinde bulundukları durumu anlatmaya çalıştım. Her şeyi devletten beklememeliyiz, devlet tüm imkanlarını seferber etmiş olmasına rağmen maalesef mümkün olmayan şeyler için de bizlerin destek olması lazım. Aylarca hastanede kalan aileleri ve çocuklarının çamaşır yıkama ve kurutmalarının büyük bir sorun olduğunu anlattım. Allah (c.c.) binlerce kez razı olsun programı dinleyen isminin açıklanmasını istemeyen duyarlı bir beyefendi çamaşır makinesi ve kurutma makinesi aldı. Bir başka beyefendi de çamaşır makinesi aldı.  

        Bu asil davranışlar bana dinlediğim bir olayı hatırlattı. Çevresinde hep yaptığı yardımlar ile tanınan bir hanım öldüğü zaman tabutu eller üzerinde giderken kalp gözü açık birisi, bu hanım gösterişten uzak yalnızca Allah rızası için bir soğan vermiş tabutun üzerinde o soğanı götürüyor demiş. Meğerse ömrü boyunca yaptığı tüm hayırları gösteriş için yapmış, fakat ölümünden bir kaç gün önce kapıya gelen dilenciye eline geçen o soğanı gösterişten uzak, yalnızca Allah (c.c.) rızası için vermiş ve giderken de o bir tek soğanı götürmüş.  Bu dramları anlattığım zaman ağlayarak arayan duyarlı insanlar oldu ve hemen harekete geçtiler Allah (c.c.) hepsinden razı olsun. Çevremde 10-15 yaşlarındaki çocuklarına her çıkan modelden cep telefonu alıp sınırsız konuşma yetkisi veren, torba torba yabancı pahalı markalardan giysi ve ayakkabılar alanları da gördüm, 40 sıcakta bir hastane odasında yırtık yün kazak, yırtık kadife pantolon, ikisinin de uçları kopmuş ayağının yarısı yerde iki farklı terlik olan bir çocuk gördüm. Gözlerimin ayaklarına takıldığını görünce utancından ayaklarını saklamaya çalışan, ağzı maskeli gül yüzlü yavrum sen değil bizler utanalım.           

       Dolaplar dolusu giysileri olduğunu bildiğim insanlara bunları anlatıp en azından kullanmadıklarını istediğim onlarcası, dolaplarından onları çıkarmaya bir türlü zaman bulamıyorlar. Bizlere verilen nimetlerde onların hakkı olduğunu bilmeliyiz. Konya'dan gelen kanser hastası dört yaşındaki Tuanna'mın istediği giyecekleri alıp götürdüğümde Allah (c.c.) razı olsun demesini işitmek kadar güzel bir şey olabilir mi? Ayrıca bunları yapmak bir ayrıcalık ya da lütuf değil, yalnızca insan olmanın gereği... Lütfen en yakınımızda bulunan bu tür yerleri ziyaret edelim, içi yanmış bir yavru; içim yanıyordu iyi ki soğuk kola getirdiniz, uzattığım sakızlara elini uzatarak Allah (c.c.) razı olsun teyzesi, Ayşegül 3-4 gündür sakız istiyordu diyen ve birkaç gün sonra 16 yaşındaki yavrusunu cennete uğurlayan bir anne bulacaksınız.            İhtiyaç sahibi insanların sesini duyurmamda bana destek olan Ankara'da yayın yapan Arifan Radyo (103.4) ve Hedef Radyo (91.8) yöneticilerine, programcılarına ve dinleyicilerine şükranlarımı sunuyorum. Hedef Radyosunda görevli iki güzel gönüllü kardeşim kitaptan bölümleri günlerce uğraşarak CD haline getirdi, çoğaltarak bana verdiler, kitabım ile birlikte satılıyor. İsimlerini CD'lerin hiçbir bölümüne koymadan, bilinmesini istemeden yalnızca Allah (c.c.) rızası için böyle güzel bir eser hazırladılar. Ayrıca defalarca özel programlar yaparak hem kitabımın tanıtımını yapıp satışına destek oluyorlar hem de bir yaralı gönle biraz olsun serinlik vermek ve insanların bu büyük acı sonucunda isyana gitmesini önlemek için büyük gayret gösteriyorlar.  Hastanelere birlikte ziyaretler yapıyoruz. Her seferinde elleri kolları dolu olarak geliyor ve hiçbir programlarında ne yaptıklarını asla anlatmıyorlar. Ne o çocukları ne de ölmüş çocukları ve yaralı anneleri - babaları kullanarak reklam yapma gayreti içinde olmadan, bu radyoların dinleyici kitlesi de ne Ramazan ne de kandilleri beklemeden çok ama çok güzel şeyler yapıyorlar ve unutmuyorlar. Onlarda kendi çevrelerine duyurup, çoğalarak gidiyorlar Allah (c.c.) her birinden binlerce kez razı olsun..           

        Radyoya konuk olup Rehabilitasyon merkezini anlattığım bir programdan iki gün sonra mutfakta kahvaltı hazırlarken balkona yeşil rengin yoğun olduğu çok güzel bir kuş konmuş, yüzü bana doğru dönük olarak sürekli ötüyor, sanki benimle konuşuyordu. Balkona çıktım aramızdaki mesafe çok az olmasına rağmen uçmuyor, balkon demirlerinin üzerinde adeta sevincinden sürekli öterek raks eder gibi bir oraya bir buraya gidip geldi, sonra uçup gitti. O sırada odasında uyumakta olan kızım yanıma gelip, anneciğim duydun mu bir kuş 10-15 dakikadır çok güzel ötüyor dedi. Daha sonra hastaneyi aradığımda o kuşun balkonda olduğu saatlerde programı dinleyen güzel gönüllü onlarca insan güzel hediyeler alarak ziyarete gitmişler. Cennet kuşum bu kez rüyamda değil, yanıma gelerek durma anneciğim lütfen durma demişti. Çünkü yavrumla benim aramızdaki bağ sözcüklerin çokta önemli olmadığını bir kez daha anladım. Evet yavrum gücüm olduğu sürece babacığının ve güzel gönüllü insanların destekleri ile güzellikleri duyurmaya devam edeceğim. Sen hiç merak etme canımın içi, hiç merak etme...

 

            ORADA

Güneş mızrak boyu yaklaştı ufka,
Camlarda renklerin veda cümbüşü,
Ey gönül, madenin ne kadar yufka!
Yeter ağlamana bir kuş ötüşü.
 

Ölüm dedikleri, ölünceye dek;
Dünya, balı zehir, yalancı petek.
Orada bulursun, biraz bekle, tek,
Burada yaşamak sandığın düşü...

                        N. FAZIL

                                                                                                 

 Karanlığa küfretmektense, küçükte olsa bir ışıkta siz yakındaha iyi edersiniz
 
                                                                              
 

 

          

ALLAH'ım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver.
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla.

 İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.

MERHABA  PERİHAN
 

  
           Yıllar önceydi. Bir kamu kuruluşundan emekli olmuştum. Yeni hayatıma alışmaya çalışıyordum. Ama bir türlü intibak edemiyor, zorlanıyordum. İçimde bir kararsızlık, bir huzursuzluk ve giderek büyüyen bir boşluk vardı. Aklımda ve gönlümde bir yetime ulaşmak, onu sevgi ile kucaklamak, onun başını okşamak, onu göğsüme bastırmak, ona yüreğimi sunmak istiyordum. Bu arzu bende bir tutku halini almıştı. Neden ısrarla bir yetim arıyordum?
          

       Bir gün adamın birisinin, sevgili peygamberimize (S.A.V.) giderek, "Ya Resulallah, benim kalbim çok katı, ne yapmalıyım?" dediğini, bunun üzerine yetimler yetimi yüce peygamberimizin de ona, "sen hiç bir yetimin başını okşamadın mı?" diye sorduğunu öğrenmiştim. İşte bu sözler beni çok duygulandırmıştı. Ne zaman aklıma gelse, içim bir hüzünle kaplanıyor, boğazım düğümleniyor ve göz yaşlarıma hakim olamıyordum.

          

      Yine böyle sancılı ve sıkıntılı günlerimden birinde, radyoyu karıştırmaya başladım. Bir hanımın Sami Ulus Çocuk Hastanesinde ve onkoloji hastanesinde tedavi gören lösemili çocuklarla ilgili konuşması dikkatimi çekti. Bu hanım sendin sevgili Perihan. Hastanedeki çocukların ve yakınlarının durumlarından bahsediyor, sık sık ziyaretlerine gittiğinden söz ediyordun. Onların bizden istediklerinin de sadece sevgi ve ilgi olduğunu belirtiyordun. Seni dinledim. Konuşman biter bitmez de radyoyu aradım, telefon numaranı istedim, verdiler. Hatırlayabilecek misin acaba, seninle Kızılay'da buluşup, Sami Ulus Çocuk Hastanesine beraberce gitmiştik. O günü hiç unutamıyorum. Çocuklar seni gördükleri zaman çılgına dönmüşlerdi. Ne kadar çok sevinmişlerdi. Sen onların "Perihan anne"leriydin. Her birini ayrı ayrı düşünerek aldığın hediyeleri yüreklerine bastırıyorlardı. Hastaneye bir canlılık gelmişti. Çocukların gönülleri çiçeklenmişti. Gönüllerinde yedi veren gülleri açmıştı. Sanki bahar gelmişti. Hepsi ayaktaydı. Kimisi aldığın giysileri üzerlerinde deniyor, kimisi de sana yeni yeni siparişlerini veriyordu. Onlar tek kanatlı birer melekti. Elbet yükselmek için Perihan annelerine ve onun gibi güzel yürekli insanlara tutunacaklardı.

Gönül nedir bilene
Gönül veresim gelir
Gönülden bilmeyene
Hissiz diyesim gelir.

          

         Evet, anne olmak kolay değildi. Anne olmak zor zanaattı. Anne olmak, sevgiyi paylaşmaktı, yüreği paylaşmaktı, her şeyi paylaşmaktı.Sevgili Perihan, hastanedeki işlerini bitirdikten sonra, bu sefer de beni hasta yakınlarının yanına götürmüştün. "Geceleri aşığa ve hastaya sor", derler. Ya kaldırımın üstünde yatan hasta yakınları? Onlara sormayacak mıyız? Yüreklerinde evlat yangısı, sırtlarına vurulmuş fakirlik damgası… Onlara sorulmaz mıydı hiç? Hani bize ait olduğunu sandığımız mallarda onların hakkı vardı? Hani bizim üzerimizde onların sorumluluğu vardı? Ancak kandillerde ve Ramazan ayında biraz canlanıp, sonra da "yat kulağının üzerine" mi diyorduk acaba? Hani neredeydik? Geç kalmış tesellinin idamdan sonraki affa benzediğini unutmuştuk galiba. Evet, bu hastanede neler görüyordum, neler öğreniyordum. Artık bakmıyor, görüyordum!
 

           İşte burada tanıdığım Diyarbakırlı bir babanın hazin öyküsü:
           Çocuğu lösemiydi. Tedavi fayda vermemişti. Bir gün, acı haberi aldı, ümitleri sönmüştü artık. Yüreğine evlat acısı, evlat ateşi kor gibi düşmüştü. Yanıyordu, kavruluyordu, fakirdi, yeşil kartlıydı. Ankara'ya geliş parasını valilikten yardım olarak almıştı. Diyar-ı gurbette tek sahibi olduğu evladını da, ümidini de yitirmişti artık. İşte böyle bir babaydı Diyarbakırlı. Ama yine de yavrusunun cesedini buralarda bırakmaya kıyamamış, o yanık bağrına, o yaralı gönlüne bastırarak on altı saatlik bir mesafede olan memleketine dönmüştü. Evet! Kucağında çocuğunun minicik cansız bedeniyle.
 
           Hangisini anlatayım size? Erzurumlu bir anne ve baba… Çocukları lösemi. Adamcağız yürürken aksıyordu. Ayakkabısına gözüm ilişti. Çok eskimişti. Birisinin topuğu düşmüştü. Aksamasının ondan olduğunu anladım. İçini döktü bana. Beş senedir Sami Ulus'a gelip gidiyorlardı. Doktorlar, "artık çocuğunuz iyileşti" diye müjdeyi vermişlerdi. Sevinmişlerdi, "çok şükür, çile dolu yılları geride bıraktık" demişlerdi. Çocuğun son bir kontrolü vardı. Bir de ne duysunlar, kulaklarına inanamamışlardı, hastalık yeniden nüksetmişti.
           Burada artık bir nefeslenmek istiyorum. Sen konuş, sen söyle sevgili Yunus Emre:

 

Dertli ne ağlayıp gezersin burada
Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür.
Nice dertli kondu geçti buradan
Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür.

Sevdaya salma şu garip başını

Akıtır gözünden kanlı yaşını
Kerimdir, onarır kulun işini
Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür.
 


           Evet, Perihan'la güneydoğu'dan gelen bir babanın daha yanına varıyoruz. Perihan ona ikimizin zekatını takdim ediyor. (Bundan bahsetmek istemezdim, ama bunu söyleyişimin sebebini biraz sonra çok iyi anlayacaksınız.) Perihan'ın bu hareketi karşısında adamcağız hıçkırıklara boğuldu, sonra sesini bırakarak başladı ağlamaya. Çocuğu lösemiydi. Bu küçük yavru, "uzaktan kumandalı araba isterim", diye babasını sıkıştırıyordu. Baba çaresizdi. Baba yokluktan bunalgındı. Baba çocuğu ile ilgili korkularından bunalgındı. Çocuktu bu. Vardan, yoktan anlamıyordu. Baba düşünüyordu. Ne yapmalıydı? Birdenbire geceleri yattığı boş inşaatın karşısındaki evde oturan bir kadının kolundaki bilezikler aklına gelmişti. Ne pahasına olursa olsun bu bilezikleri eline geçirmeye karar vermişti. İşte tam o sırada bu zekat onun imdadına Hızır gibi yetişmişti.
 
           Eve döndüğümde çok üzgündüm. Birkaç gün sonra, bu sefer de yalnız olarak tekrar hastanenin yolunu tuttum. Önce çocukları ziyaret ettim, sonra da hasta yakınlarının yanına gittim. Hepsi hastanenin dışındaki kaldırımın üstüne oturmuşlar, öğle yemeklerini yiyorlardı. Bazılarının mönüsünde soğan-ekmek, bazısında ise domates-ekmek vardı. Bu sırada genç bir hanım dikkatimi çekti. O da bir gazetenin üzerine doğradığı domates ile, bir hasta yakının kendisine verdiği salatalık turşusunu yiyordu. Beni karşısında görünce gönül zenginliği ile süslediği sofrasına oturmam için ısrar etti. Hiç kırar mıydım onu? Diyarbakır'dan geldiğini, dokuz yaşındaki çocuğunun rahatsızlandığını anlatıyordu. Ona adresimi ve telefon numaramı verdim. Beni ne zaman isterse arayabileceğini söyledim. Aradan iki ay kadar bir zaman geçmişti. O gün Regaip Kandili idi. Yine içimde bir yetime ulaşamamanın verdiği huzursuzluk devam ediyordu. Bunları düşünürken telefonum çaldı. Telefondaki ses, adresimi verdiğim Diyarbakırlı hanımın sesi idi. Cüzdanını kaybettiğini ve Diyarbakır'a dönemediğini söylüyordu. Beni beklemelerini söyledim ve hemen yola çıktım. Hastanenin kapısındaydılar. İkisi de perişan olmuştu. Anne, yanında bulunan iki elmayı doyurmak amacı ile çocuğuna yedirmiş, kendisinin ise açlıktan başına ağrılar girmişti. Onlara, kendilerini bırakmayacağımı, evimde misafir edeceğimi söyledim. Yolda anne bana iki çocuğunun olduğunu, eşini çocuklar çok küçükken kaybettiğini anlatıyordu. Bunları dinlerken çok duygulanmıştım. Artık o anın geldiğini anlıyordum. "Yüce Rabb'im, şükürler olsun. Dualarımı kabul ettin, lütfettin. Evimi bir yetimle şereflendirdin", diyordum. Eve geldiğimizde içim içime sığmıyordu. Gönlümde gökkuşakları oluşmuştu. Yüreğim çiçeklenmişti. Evim ışık dolmuştu. Minik yavrunun da, benim de karşılıklı yüreklerimizden birbirimize sevgi akıyordu. Bana, anneanne demek istediğini söyledi. Bütün gün o hasta bedeni ile çok yorulmuş, perişan olmuştu. Biraz sonra uyudu. Onu seyrediyordum. Kemoterapiden saçları dökülmüştü, başı yorgandan gözüküyordu, sanki bir nur topu gibiydi.
 

Kim demiş dualar kabul olmaz diye
İnsanlar nedense düşüncelerini yorarlar kötüye
Sen benim hayalimde yaşattığım idealimdin
Nasıl oldu da birdenbire gerçekleşiverdin.

           İşte sevgili Perihan, yüce Rabb'imin izni ile sen nelere vesile oldun. Sen birini kaybettin, ama o bir'in sana binler olarak geri döndü. Biz insanlar nedense güzellikleri çok uzaklarda ararız. Bir konuşmamda Rahibe Teresa'dan bahsederken neden seni göz ardı ettim bilemiyorum. Oysa ki Rahibe Teresa'nın arkasında koskoca Prenses Diana vardı.
 

       Sevgili Perihan, şimdi de kollarını tekrar sıvayıp başka başka güzelliklere yelken açtığını görüyorum. Gelirini tüm ihtiyaç sahibi olan kimselere bağışlamak üzere çıkaracağın Göçmen Kuşlar isimli kitabın için sana şimdiden başarılar diliyorum.
 
           Evet…Yine küçük Pertev'e dönüyorum. Bu hastalık onun gelişmesini durdurmuştu. Tartılmalarında ve ölçülmelerinde alınan sonuçlar olumlu değildi. Kemoterapilerden çok rahatsızlanıyor, yoruluyor ve devamlı çıkartıyordu. Bezgindi, sinirliydi, halsizdi, devamlı ağlıyor ve yatıyordu. Arkadaşları onu dışlamıştı, içine kapanmıştı. Üst katımızda oturan onkolog doktora raporlarını götürüyordum. Aldığım yanıtlar beni üzüyordu. Ne yapabilirdim? Önce sebeplere sarılacaktım. Sonra yüce Rabb'ime gönlümü açacak, ellerimi kaldıracaktım. Şimdi sebepleri düşünmem lazımdı. Bir kere tedavisine devam edecektik. Sonra şifalı ot satan yerlerden yardım isteyecektim. Sonra da, en önemlisi olan, bütün kapıların altın anahtarı sevgiye başvuracaktım. Öyle bir sevgi istiyordum ki ummanlar gibi olsun. Küçüğüm bu sevgi denizinde yüzsün.
 
           Benim ve oğlumun arkadaşlarından     ALLAH c.c. emaneti olan bu özel misafire sevgi göstermeleri için yardım istedim. Evet, beklenen bu yardım gecikmedi, hemen geldi. Küçük Pertev sevgiden mest olmuştu. Telefonlara, kapıya koşuyordu, ziyaretçileri artmıştı. Bu arada yurtdışından gelen telefonlara nasıl cevap vereceği endişesi baş gösterdi ve İngilizce öğrenmeye karar verdi. Bizi en çok neşelendiren ve moral bulmamızı sağlayan şey ise, onun küçük yaramazlıklara başlamış olmasıydı. Bunlar sanki hayatın ucundan tekrar tutmaya başlamasının birer delili gibiydi. Minik yavrudaki değişiklikler bunlarla da kalmıyordu. Yanakları pembeleşmeye başlamıştı, boy ve kilosu gözle görülür şekilde artıyordu. Yalnız Pertev'in içini kemiren bir kuşku vardı. Bir gün derdini bana açtı: Oğlum bir gün gelip evlenir de çocuğu olursa, onu unutur muyduk, onu gene aynı şekilde sevmeye devam edebilir miydik? Ona, hiç sevgimizin değişmeyeceğini söyledim. Sevindi…Böylece göz açıp kapayana kadar üç koca yıl geçti aradan. Pertev'in onu ilk gördüğüm andaki küçük fide hali gitmiş, artık körpe bir fidan oluvermişti. Hastalığının belirtileri kaybolmuştu. Saçlarına tekrar kavuşmuştu. Artık Pertev kendisine "merhaba", diyordu. Yaşama "merhaba", diyordu. Işığa "merhaba", diyordu. Pertev, sevmeye, sevilmeye, sevilebilir olmaya "merhaba", diyordu.
 
           Şimdi sizlere biraz da Mardinli, Süryani kızı, küçük Fatma'dan bahsedeceğim. Perihan bir gün beni Fatma ve babası ile tanıştırmıştı. Fatma yatıyordu, mum gibi erimişti, lösemiydi. O günden itibaren hastaneyi yol ettim. Birbirimizi çok sevdik. Annesi ona kurabiye yapmış, otobüsle göndermişti. O bu kurabiyeleri yemeye kıyamamış, yastığının altında benim için saklamıştı. Kiraz mevsimini bekliyordu. Bana kirazlarından getirecekti. Mevsim bahardı. Fatma, bana bir "takım elbise"nin özlemini çektiğini söylüyordu. Bunu söylediği günde de bayram yaklaşmıştı. Doktorlar kendisine bayram izni vermişlerdi ve istediği zaman da hastaneye geri dönebileceğini söylemişlerdi. Çok manalı gelmişti bana bu izin işi. İçime bir ateş düşmüştü. O gün Mardin'e hareket ettiler. Bir müddet sonra babasından bir telefon geldi bana. Fatma'nın çok ağırlaştığını söylüyordu. Perihan annesi Fatma için bir "takım elbise" hazırlamıştı. Fatma "takım elbise" tabirini kullanıyordu. Onu hemen kargoya vermesini söyledim. Takım elbise Mardin'e doğru yola çıkmıştı. Ağlıyordum. Dilime yabancı bir şarkı olan "Return to me"yi dolamıştım. Yeniden bana dön, tekrar bize dön Fatma! Ne olur gitme! Return to me! "Hayır" mı diyorsun? "Artık çok geç" mi diyorsun? "Geç dünyanın önünden, hiçtir o" mu diyorsun? 

 

       Mardin'in güzel olduğunu duyuyordum. Mardin çiçekleniyordu, Mardin'de bahar vardı. Ama benim gülüm soluyordu. Mardin yeşilleniyordu, Mardin'de bahar başlamıştı. Ama benim fidanım kuruyordu. Mardin cıvıl cıvıldı. Bahar her yerde tezgahını açmıştı. Ama bu bahar coşkusunda benim kuşumun boynu düşmüştü…

     N'oldu bu gönlüm, n'oldu bu gönlüm
Derd-i gamınla doldu bu gönlüm
  Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm
  Yanmada derman buldu bu gönlüm2
 


           Mardin donanmıştı. Mardin'de bahar vardı. Ama Fatma'm takım elbisesi ile donanamamıştı. Niyeydi bu kadar acelen Fatma'm niyeydi?
Anılar…anılar…Ah anılar! Beni ağlattınız yine anılar.
Evet…Mardin'de bahar bir başka. Mardin'de bahar var! Ama benim gönlümde kar var. Kar
                                                                                        

                                                                                                    Fatma BİLBEN

 "Gönül çırpındığı için gönüldür"