“Ey sevgi dalında açan tomurcuk, gönlüme bir fecir gibi doğan çocuk
                                                Biz seni ancak Allah’ın merhametine bırakabildik.”

                                                                 Cemre SARAÇ


      Cennet çocukları seçilmiş çocuklardır, özel çocuklardır. Bunu bize sen öğrettin, sevgiyi de, sabrı da. Kendini, seni gören herkese ilk bakışta sevdirdin. Bu sevgiye de katışıksız bir sevgiyle karşılık verdin. Yüzünde kocaman bir gülümse, bir çift parlayan kapkara göz görmek için senin gönlünü kazanmış bir insanın adını anmak yeterdi. Bizim yüreğimizin de, yüzümüzün de coğrafyasını değiştirdin, bir rahmet sağanağına uğradık, göğsümüzde merhamet tomurcukları açtı.

    Sabrında da, direncinde de iyiydin, güzeldin, ileriydin hatta öğreticiydin. Biz büyüklerin kaldıramayacağı hastalıkları ve tedavilerini yaşadın. Tedavinle meşgul olanlar bir anne olarak biz, o güzel gözlerinde birkaç inci tanesi, göğsünün altında adına belki korku, belki heyecan, belki sitem, belki umut belki de bunların hepsi denilen bir kuşun pırpır edişini gördük. Keşke onları saklayabilseydik ellerimizle... Ama olmadı bir tanem! Yüreğime, yüreğimize düşen Cemre’m!.. Gönlümüzü ışıtan Cemre’m!..

    Yaşamında bir sır gibiydin, güzel bir sır ta ki bir yıldız gibi ellerimizden kayıp yüreğimize yerleşene kadar. Senin sayende daha çok sevebileceğimi, sabrı ve aslında çok güçlü olduğumu öğrendim. Seninle ailen olarak biz, yaşamında herkesin kayıtsız kaldığı büyük bir topluluğun üyesiydik. O dünyaya kocaman kocaman bakan gözlerine daldığım ve ellerimi saçlarının arasında dolaştırdığım zamanlarda “Neden ben?”, “Neden biz?” sorularını sormadan edemiyordum. Yaşadıklarımdan, okuduklarımdan bu soruların cevabını buldum ve sizinle paylaşmak istiyorum. Biz seçilmiş anneler, ailelerdik. O Yüce Güç bizi merhametli bulmuş, bize güvenmiş, bize emanet etmişti sizleri; ama emanetini bu kadar çabuk alacağı hiç aklımıza gelmemişti. Sekiz yıllık kısa ömründe sana doyamadık; ama seni hep sevdik. Rabbim, umarım ki Sen’in emanetini iyi koruduk, seni incitmedik değil mi Cemre’m? Sen gideli aylar oldu...

     Şimdi inşaAllah cennettesin ve çok mutlusun, bunu biliyorum; ama çıktığın bu yolculukla büyük bir boşluk bıraktın. Kalbimize bıraktığın boşluk, oturduğun yerdeki boşluktan daha tarifsiz, daha büyük. Göğsüme, omzuma başını yaslardın. Başını yasladığın yerlerime dokunuyorum, uzanıp oturduğun yerleri okşuyorum. Sevgili kızım, sen aramızdayken bizi yalnız bırakmayan ailemiz ve arkadaşlarım yine bana hiç boş yer, zaman tanımıyorlar. Hepimiz seninle ilgili bir olayı hatırlatıp seni konuşuyoruz. Alışkanlıklarını, sevdiğin müzikleri, zevklerini, değiştirdiğin onca okulu, sevdiğin öğretmenleri, edindiğin arkadaşları, toplu bulunulan yerlerde göz hapsine aldığın insanları, sevmediğin insanlara gösterdiğin tepkileri, bizi nasıl protesto ettiğini...Böyle durumlarda çoğunlukla gülüyoruz. Her çocukta seni görüyorum, her çocukta bir parça sen buluyorum. Saçlarını benzetiyorum seninkilere, onları kucaklarken biraz sen bastırıyorum yüreğime. Yalnız başımayken çıktığın o yolculuktan bana dönme.

    Umudumun olmayışı, yokluğunu daha dayanılmaz kılıyor. Kalbim göğsümün altında fırlayacak gibi oluyor, bir zaman sonra beni hıçkırırken buluyorlar. Önce kızıyorum, sonra sensiz bir taraflar yitirmiş ailemize dayanıyorum, yaslanıyorum. İşe yeniden başladım; ama çalışamıyordum. Bana ihtiyacı olan hastalarıma bile bakmak istemediğim zamanlardı, bir arkadaşımın verdiği kitabı okuduğum zaman anladım. Sonsuza kadar ayrılmıyoruzki senden. Belki tek yönlü yolculuktur bu senin çıktığın; ama dünya yaratıldığından beri oraya gidiyoruz, orada daha fazlayız, orada çoğalıyoruz. Bu çıktığın yolculukta ne çok insan ve en önemlisi ne çok çocuk seninle birlikteydiler. Biz ise burda ruhumuzdaki boşluğu doldurmak için cennet çocukları aileleriyle Allah’a dayanarak sizi, acılarımızı paylaşarak yaşamaya çalışıyoruz. Seni seviyorum bebeğim.

      Tüm engelli çocuk ailelerine cennet çocukları ailelerine sabırlar diliyorum

     Uzun saçlar yakışırdı sana, uzun yıllar."
                                                                                                                            Narin SARAÇ
 

 

 


Ö L Ü
Bir sonsuz rüyaya açılmış gözler
Yummayın, yummayın kirpiklerini!
Kim ondan daha çok hayatı özler.
Çağırıyor çağırıyor sevdiklerini.

Gelmiyor, gelmiyor o yüzler niçin?
Kaybolmuş koynunda onlar da hiçin
Bilmiyor boynunun ölçüsü için
Başının ucuna geldiklerini.

Bilmem ki adını onun kim saklar?
Şimdiden unutmuş onu kucaklar.
Besbelli üşütür soğuk topraklar
Soymayın, soymayın giydiklerini.
A. K. TECER

 

 

                                                                      "Şimdi nasıl koysam yerine
                                                                      Kırılan dalı, örselenen çiçeği
                                                                      Okşasam usulca, öpsem öpsem
                                                                      Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem seni"

                                                                       YÜREĞİMİZE DÜŞEN CEMRE

       Baharın müjdecisidir cemreler. Havaya, toprağa ve suya düşerek dünyamızı ısıtırlar. Onların gelmesiyle kış sona erer, bütün ihtişamıyla bahar başlar. Bizim Cemremiz 1 Mayıs 1993 tarihinde hayatımıza ve yüreğimize düştü. Varlığıyla yüreklerimizi öylesine ısıttı ve ışıttı ki adını Cemre koymakla ne iyi ettiğimizi anladık. Ailemizin ilk torunuydu. Gelişiyle de gidişiyle de hepimizin hayatını değiştirdi. 28 günlük iken aniden başlayan kasılmalar, duran solunum, hastaneye koşuşturma, yapılan tetkikler, çekilen filmler, incelemeler, incelemeler ve bir türlü konamayan teşhis.

      Seni ilk gördüğümde hastanede koma halindeydin.Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgi üzerindeyken bile öylesine güzeldin, farklıydın ki bu dünyaya ait olmadığını, Cennetten yanlışlıkla aramıza düştüğünü ve bu dünyadaki misafirliğinin çok kısa süreceğini anlamalıydık. Yaklaşık on gün sora dualarımız karşılığını gördü. Komadan çıktın. Bir süre sonra teşhis de kondu: Epilepsi. Yaşıtların gibi yürüyemedin, konuşamadın; ama bütün duygularını, isteklerini o güzel gözlerinle anlattın.

     1996 yılında Ankara'da özel eğitim görmeye başladın. Anneannen ve deden sana bakmak için Ankara'ya taşındı. Haftada üç gün okula gidiyordun. Okula gidip gelirken otobüste rahat edemeyeceğin için eski bir araba alındı. Deden elli yaşından sonra sürücü kursuna gidip ehliyet alarak Ankara trafiğine çıktı. Doktorlar "Üç S Formülü" diyorlardı. Yani sevgi, sabır ve sebat. Bizde hepsinden vardı; ama işe yaramadı. Eğer sevgi bir insanın iyileşmesine ve hayatta kalmasına yarasaydı senin şu an aramızda koşup oynuyor olman gerekirdi. Yaşıtların gibi olamayacağını öğrendiğimizde önceleri bu neden bizim başımıza geldi dedik. Sonra anladık ki sana hak ettiğin sevgiyi gösterebilmek için özel bir aile gerekliydi. Biz özel bir aileydik. Sen bizim kendimizi özel hissetmemizi sağladın. Seni görenler bakımının zor olduğunu söyleyip annene ve anneannene acıyan gözlerle bakarlardı. Bu onları hem şaşırtır hem de kızdırırdı. Seni o kadar çok severdik ki sana bakmak hiçbirimize zor gelmezdi. Sen duru bir su gibiydin. Temizledin, arındırdın yüreklerimizi. Bin bir renkli çiçekler açtırdın hayatımızda.

      2001 yazında sebebi anlaşılamayan bir yüksek ateş musallat oldu sana. Piyasadaki bütün ateş düşürücüleri denedik. Ateş düşürmek için bilinen bütün yöntemleri uyguladık. Çok acı çektik, çok ağladık; ama nafile… Öyle bir an geldi ki dualarımız yön değiştirdi. Artık Allah'tan acılarının son bulmasını diler olduk. 5 Ağustos 2001 tarihinde acıların son buldu. O gün bizi yüreğimizde dolmayacak bir boşluk, gittikçe büyüyen bir özlem ve azalmayan bir acıyla bırakıp sonsuzluğa kanat açtın. Bu dünyada yürüyememiştin ama Cennette uçtuğundan eminiz. Vefatından sonra Deden "Ben bu çocuğun acısına dayanamayacağım" demişti. Gerçekten dayanamadı. On bir ay sonra Deden de senin yanına geldi.

     Beş yaşındaki kızım bu günlerde sık sık ölüm ve Allah ile ilgili sorular soruyor. Herkes ölür mü diye sorduğunda, zamanı gelince herkesin öleceğini söyledik. Seni bizim anlattıklarımızdan ve fotoğraflarından tanıyan kızım, "Cemre Ablanın zamanı gelmemişti değil mi?" dedi. Her ölüm erken ölümdür diyor şair. Seninki gerçekten erkendi. Ama Allah'ın iradesi karşısında elden gelen bir şey yok. Seni bize veren de O'ydu, alan da. Seni bizden çok sevmiş olmalı. Sekiz yıl gibi kısa bir süre de olsa seni tanıdığımız için, hayatımıza girdiğin için Allah'a şükrediyoruz. Kendimizi senin Cennette olduğunu düşünerek teselli etmeye çalışıyoruz. Zaman her şeyin ilacıdır diyorlar; ama yanılıyorlar galiba. İnsanın sevdiklerini kaybetmesinin yol açtığı acının ilacı yok. Biz de elimizde kalan tek şeye sığınıyoruz: Anılara…
 

                                                                                                                   Teyzen, Şükran ARSLAN
 

                                                                                                        

                                       

ÖLÜM YAŞAYIŞTIR
Ey bu daracık kafesten uçan
Yolunu gökyüzünün yücelerine götüren
Bundan böyle yepyeni bir yaşayışa dal
Dört unsurdan oluşan beden hırkasına karşılık
Sana has boyalarla boyanmış
Güzelim bir elbiselik dokumuşlar
Ölüm yaşayıştır, yaşayıştır ölüm
Fakat gerçeği örten görüş tersine gösterir onu
Şu bedenden çıkan canların hepsi de diridir
Fakat melek gibi görünmezler
Bedenine demir atmış can
Şimdi denizlerde gemi gibi yüzer durur
Elden ayaktan ayrıldı amma
Allah’ın lütfu ile ona cafer kanatları verildi
Beden evi yıkılırsa ağlama
Bunu iyice bil
Zindandan, kuyudan çıktın mı
Mısır’a Yusuf kesilirsin, padişah olursun
Ey bizim dünyamızdan giden
Ne de hoş gidiyorsun göklere doğru
Ey kafesi kıran, bağlarını çözen
Kanat açmış nereye gidiyorsun?
Başını kefenden çıkar da söyle bize
Ne diye gidiyorsun vatanından
Hayır yanıldım, bu vatan eyreti zaten
Ölümsüzlük vatanına gidiyorsun sen
Cennetlerden bir yeldir esti
Razılık rıdvanının ardına düştün de gitmedesin
Yahut Allah’ın Cemal parıltılarıyla kendinden geçtin
Ona doğru koşuyorsun
Aşkla buluşmam yakın, buluşma günü için güzelleş
Ölümümüz neşedir, buluşmaktır bize
Madem ki şu dünya zindandır bize
Zindanın yıkılması zevktir neşedir elbet
O’nun zindanı bile bu kadar güzel olursa
Dünyayı bezeyen meclisi nicedir ki?
O’nun zindanı bile bu kadar güzel olursa
Sarayları kimbilir nasıldır?
Bulutsuzluk aleminde
Uçsuz bucaksız bir dünya gördüm
Çadırımı o sınırsız yere götürdüm
Gül dalım solup dökülmüştü
Tekrar gül bahçesine geri götürdüm onu
Düşüp kalktıklarıma hoşçakalın dedim
Canımı izi belirmeyen dünyaya götürdüm
Şu altı kapılı evden çıktım
Varımı yoğumu bir hoşca mekansızlık alemine ilettim
Pencereme şaşılacak bir ay vurdu
Dama gittim merdiven götürdüm
Canların topluluk yeri olan
Şu gök damını sandığımdan çok daha hoş buldum
Ağlama bana bu yolculukta neşeliyim ben
Yolumu cennetlerin bulunduğu diyara taşıdım
Mezarımın başına şu ince şu anlamlı sözü yaz:
‘Artık başımı beladan sınanmadan kurtardım ben’
Ey beden şu yerde bir güzelce uyu
Senin haberini göklere götürdüm ben
Bağla çeneni, feryatların hepsini de
Dünyayı Yaratan’a götürdüm artık
Bundan böyle gönül gamını söyleme
Çünkü gönlü de gizli sırları bilene götürdüm.
A. K. TECER
 

                                                                                                                   

 

                                                                                                                 

 

                                                      BÜTÜN CENNET ÇOCUKLARINA ve
                                                   Rabbin emrine itiraz etmemiş anne ve babalara...

                                                                CENNETİN ÇOCUĞU

Bir günün son saatleri yaklaşıyordu. Son hastamı da görmüştüm. Yorgunluktan halsiz düşmüş kafamı koltuğa yaslayıp o günkü seansları gözden geçiriyordum, telefon açıldı.
Titrek, cılız ve tedirgin bir ses, “Alo” dedi. Kararsız ve çekingen bir hali vardı. Özür diledi.
“Zamanınızı aldığımı biliyorum. Lakin bana biraz zaman ayırabilirseniz çok memnun olurum. Buna çok ihtiyacım var!” dedi.
“Buyrun, sizi dinliyorum, size nasıl yardımcı olabilirim?”
Sesin titrekliği, yardıma ihtiyacı beni etkilemişti. Yaralanmış bir kalbin sesiydi bu. Acı çeken bir insanın ses tonuydu. Böyle sesleri çok iyi tanıyordum. Yıllardır bu mesleğin içinde olmam bana sesleri okuma tecrübesi kazandırmıştı. Ona “Şu an evime gitmeye hazırlanıyorum, başka bir zaman görüşelim” diyemedim.
“Bakın size uzun uzadıya seanslara gelemem. Şu an inanın çok acı çekiyorum. Lütfen bana tek bir cümle söyleyin. Birşeyler anlatın ve yüreğimdeki acıyı alın”.
İki tane sorun vardı. Birincisi, benden bir yardım talep eden kişi, karşımda bile değildi. Onu göremiyordum. Onun yüzünü okuyamıyordum. Onun dünyasının derinliklerine inemiyordum. Onun yalnızca sesi vardı. Titrek, acı çeken bir ses. Sonra o kimdi? Yardım edeceğim kişiyi ayrıntıdan ayrıntıya geçirir, sıkı bir elekten geçirir, onu iyice tanır, söyleyeceklerimi sonra söylerdim. O ise, benden telefonda yardım istiyordu.
İkinci sorun beni iyice bunaltmıştı. “Tek bir cümle” istiyordu benden. Tek bir cümle ile onu rahatlatmamı istiyordu.
“Benden yardım istediğiniz konuyu bana anlatır mısınız?”
Dokuz yaşındaki çocuğu, üç ay önce yeğeninin sürdüğü arabanın trafik kazası geçirmesi sonucu ölmüştü. Anne çok acı çekiyordu. Günlerdir ağlıyordu. Evlerinin tam karşısındaki ilkokula bakamıyordu. Okula giden çocuğunun yaşıtlarını görünce yüreği sızlıyor, kendi çocuğunun toprağın altında olmasına dayanamıyordu. Hayatla adeta bir bağlantısı kalmamıştıı. Çocuğu olmadan yaşamak neye yarardı ki? Çocuğu şimdi neredeydi? Ne yapıyordu? Toprağın altında üşümüyor muydu? Ruhu huzur içinde miydi? Yoksa azap mı çekiyordu? Annesini özlüyor muydu?
Kısacası, sorun şuydu: Yavrusu ölmüştü. Onunla ilgili planları, projeleri, hayalleri ölmüştü. Ondan olacak torunları ölmüştü. Onun okulu bitirmesi ölmüştü. Çocuğunda tadacağı başarılar ölmüştü. Geleceği ölmüştü. Geçmişi ölmüştü.
Unutur gidersin, demişlerdi. Onu unutmak, bir ihanetti. Yaşamı, tam bir yas içinde geçiyordu. Bir insan çocuğunu nasıl unuturdu? Günlerdir yaşam bir zehir gibi içine akıyordu.
Sorular bunlardı ve benden bir cümle ile kendisinin rahatlatılmasını istiyordu. Ve benim acelem vardı. Ben çocuklarıma kavuşmak için toparlanmaya çalışıyor, aceleyle çantamı yerleştiriyordum. Karşımdaki insan ise çocuğunu kaybetmiş olmaktan dolayı acı çekiyor ve cevaplarını bulamadığı sorular hayatını allak bullak ediyordu. Yaratıcı beni zor bir anda zor bir tercihle karşı karşıya getirmişti.
Hayatım ikiye bölünmüştü sanki. Bir yanda çocuklarım vardı ve dört gözle beni bekliyorlardı, yarım saatlik bir yürümeden sonra onların yanında olabilirdim, yarım saat sonra onlar “Baba”! diye kucağıma atlayabilirlerdi. Öte yanda acılı bir kalp vardı. Titrek bir ses, yavrusunu kaybettiğini s öylüyordu. Ve ben tam evime ulaşmak isterken o yardım istiyordu.
Bir cümle bulmalıydım. Tek bir cümle, bu annenin tüm sorunlarını halletmeliydi. Mucizevi bir cümle. Bir tılsıma ihtiyacım vardı. Hayatın ve ölümün sırrını açacak ve çözecek tek bir cümle gerekiyordu bana. Böyle bir cümle olmalıydı. Herşeyi anlatan ve özetleyen birkaç kelime. Ne kadar da ihtiyacım vardı şimdi buna. Uzun uzadıya edebiyat yapmaya, nutuk çekmeye, uzun öğütlere ihtiyacı olmadığını söylemeye getiriyordu telefondaki anne.
Debelenip duruyordum. İncinmiş, karanlık içinde olduğunu söyleyen bir kalbe birşeyler söylemeyi, teselli edebilmeyi ne kadar isterdim. Onun yüreğinin ferahlaması, acısının bir nebze de olsa soğuması ne kadar da büyük bir nimet olurdu.
O ne kadar acı çektiğini söylüyorsa, ben de o kadar tıkanıyordum. Kendimden çok şey mi bekliyordum yoksa? Belki de bu kadar çırpınmama gerek yoktu. Onun istediği, acısının anlaşılmasıydı sadece. Belki de acısını her insanla paylaşamıyor, insanlar acısını fazla ve gereksiz buluyor, o da kendisini her insana açamıyordu. Belki de acısını anladığımı söylemem yeterliydi.
Telefon çaldı. Ben z aten telefonda konuşuyordum, ama bu kez çalan cep telefonuydu. Eşim arıyordu.
“Özür dilerim, sizi birkaç dakika bekletebilir miyim?”
Aslında zaman kazanmak istiyordum. Karşıma bir fırsat çıkmıştı. Cep telefonunu açtım. Eşimden önce davrandım.
“Sen de bir annesin. Sence bir anne çocuğunu kaybederse ne hisseder? Çok ama çok acı çekiyorsa, neden acı çeker?”
“Öncelikle” dedi. “Sence bu bir kayıp mı? Anne, çocuğunu kaybetti mi?”
İyi bir noktaydı. Oldum olası şu kayıp kelimesinden hoşlanmamıştım. Psikiyatri kitapları ise, inatla ‘kayıp’ kelimesini kullanırdı. ‘Kayıplara bağlı gelişen yas reaksiyonları’, psikiyatri ders kitaplarının baş konularındandı. Kayıp kelimesi ne kadar da iğretiydi. İnsanların yüreğini yakıyor, ölüm hadiselerini bir işkenceye dönüştürüyor, ruha batan bir kıymık gibi tedirginlik veriyordu.
“Yusuf İslam bir TV programında beş çocuğu olduğunu söylemiş ve isimlerini teker tekrer sıralamıştı. Dördüncü çocuğu vefat ettiği halde beş çocuğum var, diyebiliyordu. Bunu dikkate alabilirsin. Bir annenin çocuğunun ölümüne verdiği tepki, çocuğu hayattayken ona olan tutumu belirler. Çocuğunu ölmeden önce sahiplendi ise, yaşadığı acı daha fazla olur”.
“Tamam” dedim. “Bunlar bana yeter. Zihnim epey açıldı. Ama dur kapatma. Bana yine de bir cümle gerekli. Tek bir cümle”.
Düşünme sırası eşimdeydi. “Geçen gün okumuştuk” dedi. “Mülk O’nundur”.
Kainatın Rabbi, önce beni sevindirmişti. Doğru ya, mülk O’nundu. Herşey O’nundu. Bu dünya O’nundu. Öte dünya O’nundu. Herşeyin içi ve dışı O’nundu. Ruhlarımız da O’nundu, bedenlerimiz de. Çocuklarımız bizim değillerdi. Biz anne babalarımızın değildik. Mülk O’nundu. Bizler onların kucaklarına bırakılan birer emanettik. Çocuklarımız kucaklarımıza bırakılan birer eemanetti. “Mülk O’nundur” cümlesi zihnimde belirdiği yerden başlayarak yankılanıyor, oradan dağılıyor, gidiyor, uzuyor, tüm kainata doğru salınıp duruyordu: Herşey O’nundur, Biz O’nunuz. Biz O’nun isek, hüküm de O’na aittir.
Önce benim kalbim rahatlamıştı. Bana tesir etmeyen birşeyin hastama tesir etmeyeceğini bilirdim. Benim duygularımı teskin etmeyen bir gerçeklik bir başka duyguyu nasıl teskin edebilirdi ki? İki tane cümle belirmişti zihnimde. Bir tercih yapmalı ve birini söylemeliydim. O yalnızca bir cümle istiyordu. Tek bir cümle.
Telefona döndüm.
“Sizin kaç çocuğunuz var?” diye sordum.
“Üç tane çocuğum vardı. Birini kaybettim, iki kaldı”.
Kaybettim.
Annenin çektiği tüm acıyı açıklayabilecek güçte bir kelimeydi bu. Canalıcı klime, bu idi. ‘Kaybettim’de acı vardı. ‘Kaybettim’de sahiplenmek vardı. Mülk edinmek vardı. İnsan sahip olduğuna inandığı şeyi kaybederdi. ‘Kaybettim’, benliğin oyunu idi. ‘Kaybettim’ demekle kaybediyorduk. ‘Kaybettim’ dedikten sonra ruhun huzur bulması imkansızdı.
“Kayıp mı ettiniz?” dedim anlamazlığa vurarak. “Nasıl oldu bu?”
“Dokuz yaşındaki çocuğum öldü dedim ya!” dedi şaşkınlıkla.
“Bir varlığın ölmesi ile onu kaybetmek, aynı şey midir?”
Bir varlığın ölmesi, onu kaybetmek midir? Sorun buydu ve o, oğlunun ölmesini bir kayıp olarak algılıyordu. Ona ruhlar aleminden bahsettim. Ruhunun yaşadığından ve büluğ çağından önce ölen çocukların ‘cennetin çocuğu’ olduğundan.* Ruhunun dünyanın meşakkatlerinden, zorluklarından, acılarından, soğuğundan kurtulmasını anlattım. Çocuğunun bedeni toprak altındaydı. Bu, doğruydu. Ama çocuğu toprak altında değildi. İnsan denilince yalnız beden mi anlaşılırdı?
“Çocukluk fotoğraflarınıza hiç bakar mısınız?”
“Bakarım, evet!”
“Şu anki siz ile fotoğraftaki siz, siz misiniz?”
Biz, yalnızca bedenimiz değilizdir. Ruhumuz, aklımız, kalbimiz, şuurumuz, duygularımız ve tanımlayamadığımız birçok şeyiz biz. Toprak altında olan ise, yalnızca bedenimizdir. Yaşam boyu kimbilir kaç beden bırakıyoruz toprak altına... Onun dokuz yaşındaki çocuğu aslında bedenini dokuz kere toprak altına zaten bırakmadı mı?
Söyleyebileceğim o tek cümle artık şuydu: “Sizin üç çocuğunuz vardı. Bir çocuğunuz şimdi ruhlar aleminde yaşıyor. Sizin hala üç çocuğunuz var”.
Benden okumak için bazı kitap önerileri aldıktan sonra teşekkür ederek telefonu kapattığında, içimi birden bir pişmanlık kapladı. Telefon numarasını almamıştım. Belki birkaç hafta sonra arar ve durumunu sorardım. Fakat artık çok geçti.
Ofisten çıkıp yola koyulduğumda, ona bir isim vermek geçti içimden. Kimi zaman yaptığım birşeydi bu. Terapi hastamı özetleyecek bir cümle bulmaya çalışırdım. Ona ne isim vermeliydim? Çocuğuna ‘cennetin çocuğu’ demiştim. Yaratıcı da onun ‘cennet annesi’ olmasını istiyor olabilirdi. Orada çocuğu kucağında sonsuz bir hayat geçirdiğini hayal ettim. Evet, bu isim uygundu. ‘Cennet annesi’. Neden olmasındı?
Cennet annesinin hala üç çocuğu vardı. Ya benim kaç kardeşim vardı? Telefon görüşmesinden önce sorulsaydı, “Beş kardeşiz” derdim. Ben gezegene yollanmadan önce, ikisi ikiz olmak üzere dört kardeşim dünya hayatına yollanmış, belli bir süre sonra Yaratıcı yaşamlarına ruhlar aleminde devam etmeleri yolunda bir hüküm vermiş. Bunları anlatırken annemin ve babamın gözleri hep yaşla dolardı. O ana dek hayatımda onlar hiç yokmuş gibi yaşıyordum. Gerçekte ise ilişkimiz kopmamış olarak davranabilirdim. Onlar da cennetin çocuğu olmuşlardı. Ve Rabbimiz izin verirse, onlarla cennette tanışacaktık. Onlarla irtibatım olabilirdi. İlk irtibatı kurmaya karar verdim. Kardeşlerim ve diğer tüm cennet çocukları için Fatiha okudum.
Odama giren, bir çiftti. Karı-koca, kendi koltuklarına oturdular. Kendilerini tanıttıktan sonra, erkek olanı konuşmaya başladı ve sorunlarını anlattı.
Dokuz yaşındaki çocukları beş ay önce yeğenlerinin kullandığı bir araba kazasında ölmüştü. Her ikisinin de hayatları sarsılmıştı. Üzgündüler. Ağlıyorlardı.
İkisinin de gözleri yaşarmıştı. Dokuz yaşında bir çocuğun ölümü... Yeğenlerinin kullandığı araba... Bu hikaye bir yerden tanıdık geliyordu bana. Ama bu kaarı-kocayı ilk kez görüyordum.
Hanım, “Sizi iki ay önce telefonda aramıştım” diye söze girdi. Tamam, bu hanım, iki ay önce telefon edip tek cümlelik terapi isteyen hanım olmalıydı.
“Artık her ikimiz de gerçeği biliyoruz” diye sürdürdü konuşmasını. “Bizim üç çocuğumuz vardı. Bir tanesi cennete gitti. Ama hala üç çocuğumuz var”.
Hatırlamıştım. Telefonu kapattıktan sonra ne kadar da pişman olmuştum. Daha sonra arayıp sormayı, acılarını yatıştıracak birkaç cümle daha söyleyebilmeyi ne kadar da çok istemiştim. İşte şimdi karşımda oturuyorlardı.
“Bizim temel sorunumuz çözüldü. Çocuğumuzu kaybetmedik. Rabbimiz onu bizden aldı. Yine Rabbimizin ergenlik çağından önce ölen çocukları cennetine koyacağını da biliyoruz. Bu, kalbimizi çok rahatlattı” dedi hanım. “Şimdi geride önemli bir sorunumuz kaldı”.
Annenin geride kalan sorusu şuydu: “Cennet şimdiden var mı, yoksa sonradan mı yaratılacak?”
Ben karşımdaki iki insanın; biricik evlatları ölmüş, kalbleri yaralı bu iki insanın sorusuna ne cevap verecektim? Cennet vardı. Bunu biliyordum. Ama cennetin şimdi, şu anda olup olmadığını ben nereden bilecektim?
“Ben nereden bileyim cennetin şimdi var olup olmadığını!” diyebilir miydim? Meslek hayatımda birçok soru sorulmuştu bana, ama böylesine bir soru ilkti. Sorular hayatın karmaşıklığının bir gösçtergesiydi. Bazen hayat öylesine karmaşık oluyordu ki, insanlar bu karmaşıklığı çözmenin peşine düşüyor ve bunun için de birbirlerine sorular soruyorlardı.
Bir psikiyatrist için fazla gelen bu soru yanında, başka birçokları da vardı. “Hayatın anlamı nedir?”, “Yaratıcı bizi niye yarattı ki?”, “Ölünce nereye gideceğiz?”, “Allah beni seviyor mu?” gibi soruları yıllarca duyuyordum zaten. Mesleğin her anında hayatla ilgili bu derin soruları dinlemek yorucuydu. Hatta, kimi zaman, ürkütücüydü. Hayattan bir kaçış imkanı vermiyordu. Örneğin her gün en az bir kişinin “Ölünce bana ne olacağını merak ediyorum. Yok olmaktan korkuyorum” demesinin altında kalmak kolay değildi.
Sorular insan yaşamındaki ihtiyaç listeleri gibidir. Sıradan bir insan, örneğin Nişantaşı’nda vitrinlere bakan bir insan için “Şu an cennet var mı, yoksa cennet şimdi yok da sonradan mı yaratılacak?” gibi bir soru bir anlam ifade etmeyebilir. Hatta oldukça da tuhaf kaçabilir. Çünkü onun o anda cennetin şimdi varlığı ile ilgili bir ihtiyacı yoktur. Hayatı yaşarken çember içine aldığı ihtiyaçlar listesinde cennetin şu an var olup olmadığı konusu yoktur. Onun zihni, ‘indirim sezonunda hangi marka malı nasıl kapabilirim?’ ile meşgul olmaktadır.
Birçok insan için merak alanının dışında olan bu soru, çocuğu vefat etmiş ve acı çeken bir annenin hayatının merkezi haline gelmişti. Eğer cennet şimdi varsa, çocuğu da sorgusuz direkt cennete alınacağından, şimdi cennette yaşıyor olacaktı. Bunun böyle olması kalbini teskin ediyor, memnun oluyor, duygularını gülümsetiyordu. Kalbi cennetin sonradan yaratılmasına ve ancak o zaman çocuğunun cennete konulmasına razı olmuyordu.
Anne ve baba gözlerini bana dikmiş, bakıyorlardı.
“Size iki şey söyleyebilirim” dedim.
“Birincisi, Hz. Adem ile Havva cennette yaşadıklarına ve yemelerine izin verilmeyen ağacın meyvesini yedikten sonra oradan çıkarıldıklarına göre, cennet şimdiden var. Cennet yaratılmış olarak duruyor. Yine, Miracda Hz. Peygamber’in cennet alemlerini gördüğü söylenir...”
O gün eve giderken gökyüzüne baktım. Gökte ay vardı. Annenin ölen bir çocuğu ve benim de üç kardeşim şu an cennetteydi. Ve kesinlikle emindim ki, soru bana ilk sorulunca bu sorunun cevabı zihnimde yoktu. Ama herhalde bir melek gelmiş, kalbime konmuş ve sorunun cevabını fısıldamıştı.
 

                                                                                                                              Mustafa ULUSOY
                                                 

                                                                          


                         "Sıkan, daraltan Allah-u Teala istediği kulundan ihsan ettiği servet, evlat veya hayat zevkini alıverir."

                                                         BAYRAMLIK AYAKKABILAR


    Feryatlar, ağıtlar ve hıçkırıklar yükseliyordu. Fakat içlerinden biri diğerlerini bastırıyordu. Onun ağlaması daha bir içliydi. Kucağında bir çift ayakkabı vardı. Onlara adeta sarılıyor ve bir bebek gibi bağrına basıyordu sonra kendi kendine konuşuyordu. Giyemedin yavrum giyemedin! Diyordu. Ayakkabılara sarılarak ağlayan o anneyi hiç unutamıyorum.

   Neden yavrusu gibi o ayakkabılara sarıldığını herkes çok iyi biliyordu. Ne yazık ki o kanat gerdiği ayakkabılar bayrama bir gün kala traktör altında can veren oğluna aitti. Bayramlık olarak alınan o bir çift ayakkabıyı bayramdan önce giydirmemişler ve çocuktan sabretmesini istemişlerdi.
Kimse küçücük yavruya ölümü yakıştırmamıştı. Kimse bayrama varmadan ölebileceğini hesaplamamıştı. Hatta böyle bir ihtimal kimsenin aklına bile gelmemişti.
İşte yaşlı, genç ayırmadan ansızın gelen ecel ufacık bir çocuğu da buluvermişti. Çocuğun tüm ısrarına rağmen giydirilmeyen ayakkabılar birden bire yavrucuktan arda kalan en acı hatıra oluvermişti.

     Hangi anda can vereceğini kimse bilmez. Aslında bu bilinmezlik büyük bir nimet, lütuftur. Herkes için bir o kadar da büyük bir imtihandır. Ölene de, kalana da büyük bir ders verir. Lakin ölen için vakit bitmiştir, kalanlar için de ölüme ne kadar daha zaman kaldığı meçhul bir bilgidir.