"BİTANEM HANİ ANSIZIN GİTTİN YA....GÖNÜL EVİM VİRAN

BİTANEM

    Kim demiş bitanem
    Zamanla acılar azalır diye
    Kim demiş BİTANEM
    Zaman her şeyin ilacı diye
    Takıldım kaldım seni kaybettiğim güne
    Ne hasretin azaldı, ne acın
    Susuz çiçek büyür mü hiç?

                 Su sende,çiçek bende kaldı yiğidim              

                                                                                                                       

                “Ey karanlıkları yaran yıldızlar gibi gönülde şimşekler çaktıran, canım kurban olsun sana seher çağlarında."
                                                                                                           Mevlana

 

 

                                                                                                          

                                                                                       

     MECZUP

        Liseyi bitirdiğim yıllarda, Malatya da oturuyorduk, Malatya - Kahramanmaraş arasında ormanlık bir alanda toprak su işleri müdürlüğünde şantiyede idari işler görevine başlamıştım, tabiatın ortasında şehirden kilometrelerce uzakta olan bu şantiyede gündüz çalışarak gece de yaktığımız ateşlerin etrafında sohbet ederek geçiyordu.
İşçilerimiz arasında saf, belül, çabuk kandırılabilecek iyi niyetli, kimseyi kırmayan, verilen işleri harfiyen yerine getiren Faik Türkeş isminde bir işçimiz vardı. Akşamları şantiye dışına çıkmaya korkardık, çünkü vahşi bir ortam, her türlü yabani hayvan ve ormanda polisten kaçan kaçaklar vardı.
 

        Bir gece çadırlarımıza çekildik, tam yatmaya hazırlanırken çadırımızın kapısı açıldı, korkudan gözleri fal taşı gibi açılmış olan bekçimiz;
"Kemal ağaçların arasında bir ışık yanıp sönüyor "dedi. Hepimiz ellerimize kazmaları, kürekleri alarak ışığa doğru bakarken elinde el lambası olan biri en sondaki çadırların birine girdi. Bizde elimizdeki kazma küreklerle tam saldıracakken, "Yapmayın, ben Faik!" dedi, yalvarmaklı bir sesle. "Faik dayı, kimsenin girmeye cesaret edemediği o karanlık ormanda ne işin var?" diye sorunca "Bizim köyde Ali kardeş bu gün vefat etmiş. Giderken ruhu benimle helâlleşmek ve vedalaşmak için beni ormana çağırdı, orada konuşup, helâlleştik ve gitti. Onun yanından geliyorum" dedi.

Biz bu cevaba hiç inanmayarak, hatta gülerek "Hadi yat, bir daha gidersen bekçiye haber ver, bizi de korkutma!" deyip çadırlarımıza döndük.İki gün sonra Faik Türkeş'in köyünün yakında bir köyde oturan, eşinin rahatsızlığından dolayı üç gün izin alan işçilerimizden biri döndüğü gün bir konuşma esnasında üzülerek Faik'in söylediği kişinin, vedalaştığı gün öldüğünü söyledi.

      Biz bu haberi duyduktan sonra Faik’in gerçek bir "meczup" olduğuna inanarak ona yaptığımız ağır şakaları yapmamaya karar verdik. Fakat o kendine yapılan kötülükleri bile gülerek geçiştiren, pırıl pırıl, Allah'ın sevgili kulu olduğunu hepimize öğreten güzel bir insandı.Bu olay benim ölümü yokluk olarak görmememi sağladı. O dağın başında, hiçbir haberleşme şansı olmayan bir ortamda bunun yalan olamayacağı kesindi.
                                

                                                                                                                                                                                          Kemal ERDAL

 

                                                                                                                                                        

 

 

"                               Çocuktan ve meczuptan, kalem kalem kaldırılmış, cennet kapıları ardına kadar açık tutulmuştur."

 

CENNET ÇOCUKLARI

 

        Kemal kardeşimin anlattığı bu olay, bir süre önce radyoda bir annenin anlattıklarını hatırlattı:
4 Yaşındaki oğlum bir kuyuya düşerek vefat etti, yavrum çok farklı bir çocuktu. Sürekli ilahiler söyler tövbe istiğfar eder, Allah ve cennet hakkında sorular sorardı. Çocuğumun cenazesi cami avlusunda, namazının kılınması için beklerken, küçük yeğenlerim ağaçların arasını göstererek yavrumun oradan onlara el sallayarak ve gülerek uzaklaştığını söylediler.

Kitabı okuyan bir genç kız bana şunları söylemişti:

        Kitabı arife günü aldım ve elimden bırakmadan sabah ezanına kadar okudum. Ezan okunurken Murat’ı odamın tavanında yemyeşil ışıklar içinde gördüm, kitaptaki resminden tanıdım. Gördüğüm ne hayaldi ne de rüya, uyanıktım. Kitabı okurken ona çok gıpta etmiş, açtığı kapılara hayran olmuş, onun yerinde olabilmeyi çok istemiştim demişti. Bir ibretli hadise de bu kitapta da hikayesi bulunan güzel bir insanın öldüğü gün yaşanmış. Ailesi riya olmasından endişe ettiği için isim yazılmasını istemedi fakat yaralı gönüllere su serpeceğini düşündükleri için yazmamı rica ettiler.

      Tüm tanıyanların üstün özelliklerini takdir ettiği güzel bir insanın vefat ettiği gün cenazesi cami avlusunda namaz için bekletildiği sırada caminin içinde namaz kılan bir beyefendi üzerinde beyaz, gelinliğe benzer bir elbise olan bir genç kızın caminin tavanında Mevleviler gibi döndüğünü görmüş döne döne bayanların namaz kıldığı bölüme geçtiğinde çok yüksek bir sesle dualar yapılmaya başlanmış. O anda caminin içini çok güzel ve farklı bir ışık kaplamış. Acaba hayal mi görüyorum diye düşünüp yanındaki bir kaç kişiye sormuş onlarda olanlara anlam vermeye çalıştıklarını, hepsini gördüklerini söylemişler daha sonra caminin avlusuna çıktıklarında cenaze olduğunu görmüşler ve bekleyenlerin yakalarında bulunan resmi gördüklerinde olayın güzelliğini anlamışlar ve ailenin yanına gelen beyefendi “sakın üzülmeyin o bir cennet meleği olmuş” demiş. Pencere demirine bağladığı TV anteninin elektrik kaçırdığını bildiği halde önlem almayan komşusunun pencere demirine dokunup elektrik çarpması sonucu vefat eden 10 yaşındaki sevgili Talha, o küçücük yaşına rağmen mahalledeki çocuklara Kur’an-ı Kerim öğreten bu özel-güzel yavrunun annesi Nuran hanım yavrusunu morga bırakıp dönünce namaza durup ağlatma beni Allah'ım, sabır ver bana diye secdeye kapanmış. Ne mutlu böyle anne babalara.