Cennet çocukları

Koşamayan, oynayamayan albenisini yitirmiş çocukluklar
Tüm olası heveslerini yüreklerine sıkıştırmış çocuklardı onlar.

Neşeli ıslık seslerinden çok uzak
Ömürlerinde baharı göremeden kışa teslim edilmiş yüreklerdi onlar.

Daha yaşamanın ne olduğunu anlayamadan
Ölümün kokusunu soluyan
Uzun karanlık sessizliklere gebe umut çocuklarıydı onlar.

Soluk benizli
Ürkek gülüşlü
Temiz yüzlü

Sözleri hep iyiden, umuttan, mutluluktan yana
Acının en acımasız yüzünde dahi gözleri yaşam yaşam gülebilen
Cennet çocuklarıydı onlar

Şimdi dinleyin beni yüreği pas tutmakta olan
Çivi gibi sağlam insanlar
Bir el
Tek bir nefes verin onlara
Hayatı yeniden yaratın onların gözlerinde

Aldığınız tek bir sağlam soluk hatırına
İnsanlığınızın hatırına
Tamir edebileceğinizce onarın hayatlarını
En çokta sevin onları

Ve unutmayın ki insanın kanındadır hayatının tüm tılsımı
Değiştirin hayatlarının tılsımını
Çünkü o tılsıma can havli ile tutunmaya çalışan KAN KANSERİ çocuklar onlar.

                                                                                                                Rabia balaban ay

ANNENİN GÜNLÜĞÜ
 

"Mesut olduğum zaman insanları anlıyorum sanmıştım, Halbuki onları ancak felaket içinde tanımam mukaddermiş" 

 

          Sevgili yavrum, seni bin türlü farklı acıyla dünyaya getirdiğim o günden beri gönlümün içinde bambaşka bir yerde, bambaşka bir sevgi ve bağlılıkla sevdiğim o günden beri bilsen hiç bu kadar çok acı çekmemiştim. Bilmezdim bir yavrunun gözler önünde erimesinin bu kadar zor olduğunu, bilemezdim ufacık savunmasız bir yavrunun kimseden aman bulamadığı bir anda, kimseden fayda gelmediği anda böylesine garip böylesine sessiz bitişini bilemezdim.

          Başka anneler var ya başka anneler... Hani o yavrusunu bir günlüğüne başkalarına emanet edemeyen... Hoş hep aynıdır ya anneler asla yavrularından ayrılmaya kıyamazlar. Bilmezler ki ben ebedi ayrılığa hiç dayanamam.

Yavrum, senin eridiğini, tükendiğini göre göre yaşamak ne acıdır. Bunu bilmezler. Tarayacak saçların da yok artık. Öpülecek gül yanakların da soldu artık, sen gözümün önünde sararıp solarken bilmezler ki ne beter haldeyim ben.

          Başkaları, yavrularının nezle olmasına bile dayanamazlar, biraz hastalanınca kıyamazlarken bilmezler ki ben nice hallerdeyim. Bilirim Allah'tandır bu dert, seni benden almayı dilediyse vardır bir hayır. Ve bilirim ki gittiğin o güzel yerde, o cennet dedikleri tarifsiz yerde kapıda bekleyeceksin beni bilirim. İşte bu ümitle, yani beni karşılayacağın ümidi ile biraz kolaylaşır acına dayanmak. Ama kimse bilmez ben ne hallerdeyim. Sus yavrum sus, anne deme, sus yavrum ağlama.

OY YILLAR
 
Bir sel gibi rüzgar gibi
Geçip gitmişiz oy yıllar
Sevilmişiz, kırılmışız, ayrı düşmüşüz
Zaman geçer, kabuk bağlar yaralar
Sızı diner yara sağılır
Sesin gelir yıllarımın içinden
Hasret gelir kapılara dayanır
Kar yağar sıcaklarda üşürsün
Sanma solmaz aklar düşmez
Yüzün eskimez oy yıllar
Sen gidince ay kararır
Çığlıklar bitmez
Zaman geçer kabuk bağlar
Sızı diner yara sağılır
Sesin gelir gecelerin içinden
Ah... Hayalin yıllarımın içinden
Korkma gülüm korkma
Acılarla günahları temizlenen
Yaralar bir gün sağılır

 

 

            ANLADIMKİ

          Bismillahirrahmanirrahim, Hamd ezelden ebede Allah’a mahsustur ve O Allah ki; kulu İbrahim (a.s.)’a içinde bulunduğu ateşi serin ve selametli kılmıştır.


          Kur’an bize böyle der; “Ey ateş serin ve selametli ol (Enbiya 69). Her ne kadar tasavvur edemesekde, hafsalamız bunu almasada tüm ateşlerin (maddi ve manevi) Rabbi olan Allah ateşin ruhuna müdahale ederek onu serin ve selametli kılabilir. Hal böyleyken belki de dünyanın en büyük acılarından biri olan belki de bir insanın imtihan edilebileceği en büyük ateşlerden biri olan (ki tatmadım ve de bilmiyorum, haddimi aşmaktan rabbime sığınırım) evlat acısı oturduğu yüreği yakıp kavurur. Eğer Allah’ın ateşe müdahale edebileceğine imanı yoksa tüm ateşlerin de Rabbi o değilmidir aslında. Bize düşen bu zor imtihan ile karşılaşan kardeşlerimize bir nebze olsun destek çıkmak değilmidir, müslüman müslümanın kardeşi değilmidir yoksa. Bir gülümseme sadaka değil midir, Tolstoy “İnsan Ne İle Yaşar” adlı kitabında der ki Anladım ki Allah insanların birbirinden ayrı ayrı değil, tek vücut halinde yaşamalarını istediğinden her birine kendi ihtiyaçlarını değil, hepsi için gerekli olan şeyleri ilham ediyor.


          Anladım ki insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünsede, gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir, kim severse Allah’a yaklaşır Allah’da ona yaklaşır, çünkü o sevgiyi yaratandır.
Allah aşkına herkesin önünde sevgi kapılarının açılabilmesi için bir adım var. Bu yola koyulurken herkes başlangıçta ‘acaba’ diyor, acaba onlara bir faydam dokunur mu? acaba o çocuklarla anlaşabilirmiyim?, bu bir köz, bizim avuçlarımıza bıraktılar elhamdülillah, gönlümüzü yaktı bu köz belki ama inanın hiçbir an acı vermedi kanatmadı. Öyle olması beklenemezdi de zaten, bir kere görseniz Elif Sıla gibi (ki şu anda cennette inşaallah), Seher gibi, Mehmed Emin gibi, Semra, Ali, Samed gibi çocukları, onları bırakmak gitmek istemeniz mümkün değil, çünkü size öyle şeyler öğretecekler ki, sıkıntılara karşı göğüs germeleri, acılarına rağmen isyandan uzak olmaları... Çocukluğumuzdan çıkıp yetişkin insanlar olunca unuttuğumuz o kadar çok şey var ki ve bunu bize yalnızca çocuklar öğretebilir herhalde. Hem Rabbim şahit ki bir ömür geçirsemde sonunda elde ettiklerim Ali’nin annesinin sözleri kadar değerli değildir benim için. Aliye bir şişe zemzem verdim sadece yara olan ağzına gargara yapsın diye. Bir hafta sonra annesi teşekkür ederim abisi senin verdiğin sudan sonra Allah’tan ağzındaki yaralar geçti dedi.


          Biz galiba bir şeyleri unuttuk, sofu Adriyamisin ve Etembutol’a (kanser ilaçları) güvendiğimiz kadar Rabbimize, Peygamberimize güvenemedik. Oysa değilmidir “Dua ibadetlerin ta kendisidir”, “Dua edin duanıza icab ediyim”. Rabbimize, duaya o ilaçlara güvendiğimiz kadar güvenemedik ve çocuklarımızıda Allah’a güvenmeyi öğretemedik. Bana öğretemediler mesela Rabbimin beni çok sevdiğini. Allah “taş eder”, “yakar” bir varlık olarak tanıttılar bana (haşa). Yağmurları gönderenin bahar gelince etrafı çiçeklerle donatanın, yıldızları ve geceyi var edenin, kedileri yaratanın Allah olduğunu söylemediler bana. Oysa ki daha küçük bir çocukken deselerdi bana: “Allah senin için cennette dondurmalar hazırlamış (ki her çocuk merak eder cennette dondurma varmıdır diye) bu dünyada en çok Allah’ı severdim. Rabbim hepimize çocuklarımıza şu şiirdekileri öğretebilmeyi nasib etsin inşallah.
Bu dünyada ve ahirette kardeşiniz Ahmet Başak DEMİREL.

 

 

VE BİR GÜN
Ve bir gün aklın kocaman bir çiçek gibi
Açılır açılmaz sana ölümden korkmamayı öğreteceğim
Canını hiçbir pazarda satmamayı
Onu incitmeden kırıp dökmeden
Bir zerresini ziyan etmeden yepyeni
Götürüp Allah’ına teslim etmeyi öğreteceğim.
                                                    R. EYÜBOĞLU

 

 

“Hastalığımda O’dur bana şifa ulaştıran”

HASTA ZİYARETİNİN HİKMETLERİ


          Anneler sürekli eve kapanıp anılarla başbaşa kalarak karamsarlığa düşmektense hayırlarda yarışalım. Bizlerin yardımına ihtiyacı olan insanlara Allah (c.c.) yardım etmek istiyorsa bizim elimizle olsun diye çırpınan yüreklerden olalım. Bir radyoda programcı Muhammed Alpkent’ten hastanedeki insanların durumunu anlatıp dinleyicilere duyurması için ricada bulunmuştum. O da bu işin ne kadar güzel olduğunu anlatmak için şunları anlatmıştı:


          “Cenab-ı Hakk kullarına sorar, hesap zamanı: ‘Ben hastalandım, beni ziyarete gelmedin’. der kul da der ki ‘Yarabbi Sen alemlerin Rabbisin, Sen nasıl hastalanırsın ve ben Seni nasıl ziyarete gelebilirim?’ Cenab-ı Hakk da buyurur ki:; ‘benim bir kulum hastalandı, onu ziyarete gelmedin, eğer gelseydin Ben’i orada bulurdun.’
          ‘Bir kimse bir hastayı ziyarete gitse 700 gün oruç tutmuş sayılır.’
          Yunus der ki:
          ‘Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
          Yarın onda karşı gele hak şarab’ın içmiş gibi’
‘          Hastayı yoklayan şehit sevabına kavuşur.’


‘          Bir müslüman, hasta olan müslüman kardeşini sabahleyin ziyarete giderse, yetmişbin melek akşama kadar ona rahmet okur. Eğer akşamleyin ziyaret ederse, yetmişbin melek onun için sabaha kadar istiğfar eder. Ve o kişi için cennette toplanmış meyveler de vardır.’
 

          ‘Bir kimse bir hastayı görmeye gitse gökten melekler bir miladi bir nida duyulur, sen ne güzelsin, bu yürüyüşün ne güzel, sen kendine cennette bir menzil edindin derler.’
‘Bir hastayı yoklayan hep cennet bahçelerinde bulunursa, hasta hep cennet bahçelerinde olur’.
Muhammet ALPKENT
 

          İşte böyle sevgili anneler, güzel işler bunlar değil mi? Bazılarımız maddi imkan yetersizliğinden ‘yapma gücüm yok’ diye kendini geri çekiyor. Unutmamalı ki ‘gerçek zenginlik gönül zenginliğidir’. Kendini yetersiz görenlere Rasulullah (SAV)‘ın bir inci tanesi nasihati var;
“Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa hiçbir iyiliği küçümseme”.
Küçücük bir tebessüm bakarsınız ahirette hiç ummadığınız bir anda, kurtuluşumuza vesile olur. ‘Tebessüm etmek sadakadır’ buyuruyor o can Peygamber, canım Peygamber (SAV). O halde hepimiz sadaka verecek kadar zengin değil miyiz? Çevremizdekiler için hepimizin yapabileceği bir şeyler vardır, kendinize ‘hayır kapıları’ arayın, inanın çok daha iyi hissediyor insan kendini, alınan dualar sanki yaranıza merhem oluyor.
Analarının sıcak kucağından mahrum onlarca çocuktan birine bile elimizi uzatmak çok güzel bir duygu.

ANNEME 

Çoktandır ki göremedim yüzünü,
Beni öldürecek bu halet anne
Halimi gelenden, gidenden değil,
Sıcak kollarından sual et ana!

Ana, gurbetteyim, el ocağında;
Sevgin, yüreğimin ta sıcağında,
Beni özler isen, ya kucağında
Yahut gözyaşında hayal et ana!

Ayrılıkmış alın yazım kaderim,
Dönmeye bir ümit var, Allah kerim,
Belki buralarda ölüp giderim,
Ne olur hakkını helal et ana!
                                
A.AKGÜNDÜZ 
 

 

“Karanlığın en koyu halini yaşamadan sabah olmuyor”.
 
OĞLUM MÜJDE VERİP GİTTİ
 

          Bir anne - babanın yaşayabileceği en acı ve en çaresiz olayın evlat acısı olduğunu yaşayanlar bilir. Allah kimseye bu acıyı yaşatmasın. Oğlumun gidişini (hala öldü diyemiyorum) kabullenemiyorum. Acı haberi aldığımızda oğlum henüz 10 yaşındaydı. O an ve sonrasında öyle çaresizdik ki. Zamanı durduramıyorduk, her çareye ulaşmaya çalıştık. Sonuçta bu beladan kurtulur gibi olduk. 2 yıl süren çabalarımız sonucu hastalığı olduğu yere hapsetmiştik. Yani sonuca göre yüzde 80 hastalığı yenmiştik, yüzde 20 ise tekrarlama olasılığı vardı. Ne yazık ki 1 yıl sonra oğlum, o yüzde 20’lik kısmın içinde yer aldı.


          Benim için yaşarken ölmek bu olmalıydı. Ben bu acıyla yaşamın anlamını kaybettim. Oğlum ise başına gelenleri yaşından büyük bir metanetle karşıladı ya da öyle davranmak zorunda kaldı. Her zaman olduğu gibi bizi üzmemek adına dişlerini sıktı. Gidişinin hızlandığını hissettiğimizde doktorlarıyla konuşarak eve çıkarmak istedik. Odasını küçük bir hastane haline getirerek izin alabildik. Kendi doktorları da bizi her gün ziyaret ederek gerekenleri hiç aksatmadan yapılmasını sağlıyorlardı.
Odasına yattığında ilk defa ölümden bahsetti. “Benim odamın bundan sonraki sahibi sarı saçlı bir kız olacak baba” dediğinde hastalığın etkisiyle bilincini kaybettiğini sandım. Oysaki görünürde hiç değişmeyen tek yeri beyniydi. Yüzümdeki korku ifadesini gören oğlum yatağına yaklaşmamı istedi. Yanına uzanarak başını göğsüme yasladım. Oğlumla belki de bir daha hiç yaşayamayacağımı bildiğim baba - oğul sohbetini yapmaya başladık.


          Neden böyle konuştuğunu sorduğumda kapıyı kontrol ederek “Annem duymasın baba. Ben uzun zamandır uykumda bazen de gözüm açıkken gideceğim o güzel yeri görüyorum. Ölmek topraktaki bedenim için geçerli. Yaşayan ruhum çok güzel bir yerde hayata devam edecek.” Konuşan 13 yaşındaki bir çocuktan öte ergin bir kişilikti sanki. Konuşmaya devam etti: “Birkaç gündür gittiğim yerde benim kız kardeşim olacağını söyleyen bir varlıkla beraberim. Dünyaya yani sizin yanınızda doğmaya hazırlanıyor. Halama çok benziyor. Sarı saçlı, mavi gözlü. Bu müjdeyi benim size vermemi istedi. Annem henüz bu konuda hazır değil, eğer söylediklerim gerçekleşirse adını Büşra (müjde anlamına gelir) koyar mısınız?”


          Oğlumun söylediklerine o an için hiç hazır değildim. Başında yeni yeni çıkmaya başlayan saçlarını öpüp gözlerimden akan yaşları silerek “Sen ne istedin de yapmadım oğlum” diye cevap verdim. Belki de oğlumla en uzun konuşmamız o gün olmuştu. Sonrasında ise her geçen gün oğlum daha da halsizleşip kısa isteklerle bizimle irtibat kurmaya başladı. Son gece ise ara ara gözlerini açarak bana baktı ve sadece gözlerimizle konuştuk.


          Bugün oğlumun gidişinin 7. yılı. Kucağımda ise oğlumun ölmeden kısa bir süre önce geleceğini söylediği ve ismini koyduğu 1 yaşına basacak sarı saçlı, mavi gözlü kızım Büşra’yı tutuyorum. Oğlumun varlığını ona çok ihtiyaç duyduğum ve özlemini sık sık hissediyorum. Bu özlemimi de müjdesini verdiği kızımın saçlarını öperek gidermeye çalışıyorum. Her nerede yaşıyorsa yaşasın oğlum bizim için hiç ölmedi.


                                                                                                                              Gürbüz DERBEST

 

 

“Dün geçti, bugünü düşünüyorum.
Yarın var mı, gençliğine güvenme ölenler hep ihtiyar mı?”.
 

 

Abdulkerim ER
 
 

          Sevgili Abdulkerim’i 1998 yılında hastaneye yaptığım ziyaretlerin birinde tanıdım. Mardin’in Kızıltepe ilçesinden gelmiş, yanında hiçbir yakını yoktu. Yanında anneleri, babaları olan çocuklara çok imreniyor, bunu benimle paylaşıyordu; bu nedenle onunla biraz daha yakından ilgilenmeye başlamıştım. O da beni Ankara’daki annesi olarak görmeye başlamıştı. Canı bir şey istediğinde sanki annesinden ister gibi beni arıyor, isteklerini rahatlıkla benden istiyordu. Bu beni çok mutlu ediyordu.


          O zaman onüç yaşlarında olan Abdulkerim beş yıl boyunca memleketine belki toplam beş ay gidebildi, tüm zamanını hastanede geçiyordu ve bu onu çok üzüyordu. Geçen ağustos ayının sıcak bir gününde beni aradı; “Ne olur Perihan teyze çok sıkıldım, yanıma gel.” dedi. Ertesi gün gittiğimde onu yatağında ağlarken buldum. Beni görünce iyice duygulandı, sarıldı. Biraz ağladı sanki annesinin sinesine sığınıyor gibiydi. “Perihan teyze artık dayanamıyorum, 9 yaşından beri hep buralardayım. İyileşmeyeceğimi çok iyi biliyorum. Televizyonda seyrediyorum, benim yaşıtlarım denizde tatil yapıyor. Ben bu sıcakta kollarımda serumlar şu iki metrelik yatağa mahkumum. Her gece ağlayarak uyuyorum. Rüyamda kendimi denizin ortasında yemyeşil bir adada görüyorum, bana bu ada senin diyorlar; fakat uyandığımda kendimi yine yatakta bulunca kötü oluyorum.” dedi.


          Bir gün etajerinin gözüne bir şey koymak için açtım, bir cevşen kitabı vardı. Elime aldım; bu ne diye sorunca o solgun yüzü kıpkırmızı olmuş Ali’nin annesi koymuş dedi. “bunalınca bunun Türkçesini oku, rahatlarsın.” deyince “Perihan teyze ben onun Arapçasını okuyorum, ben Kur’an-ı Kerim’i üç kez hatim ettim; fakat senin başın açık olduğu için bir daha benimle ilgilenmezsin diye korktum ve onun için ‘benim değil, dedim, özür dilerim.” dediğinde bir kez daha anlamıştım, bu çocuklar tesadüfen seçilmemişti.


          Bu güzel yüzlü, gül çocuk ile aramızdaki sevgi bağı 2004’ün Nisan ayına kadar sürdü. Vefatından bir gün önce iyice ağırlaşan Abdulkerim’i ziyarete gitmiştim, bana sıkı sıkı sarıldı, sanki veda etmişti. Günlerdir banyo yapamayan o yavrucaktaki kokuyu hiç unutamıyorum. Ertesi gün saat onaltı sıralarında kendisine tahsis edilmiş adaya uçup gitmişti. Artık sıcakta bunalmayacaksın şair ruhlu sevgili Abdulkerimim.


          Kimse ne zaman can vereceğini bilmez. Bu bilinmezlik aslında büyük bir lütuftur ve bir o kadar da büyük bir imtihandır. Ölene de, kalana da büyük bir derstir. Sizlerin gidişi hepimize büyük dersler vermeli

 
 

 

SEVGİLİ PERİHAN ABLA ve ARKADAŞLARI
  
 
 

          Ben sizleri annem gibi seviyorum. Ne zaman hastaneye ziyarete gelseniz bütün çocuklar sevinip gülmeye başlıyor. Bizlere elbiseler, yiyecekler, oyuncaklar hediye ediyorsunuz. Çocuklar çok seviniyorlar. Çocukların bazılarının anneleri yanlarında olduğu halde bir türlü ağlamaları durmazdı; ama sizleri görünce o üzüntülerini atıp çok kısa da olsa çok çok mutlu oluyorlar. Perihan abla herkes sizin gibi duyarlı, anlayışlı olsa, keşke! Başka insanlar sizin gibi değil. Bazı günler arkadaşlarımızla bu hasta halimizle ayaklarına kadar gitmemize rağmen, onlar bir gün olsun hastaneye ziyaretimize gelmediler. Hiçbirini sevmiyorum; ama sizleri çok ama çok seviyorum. Bir dahaki gelmenizi dört gözle bekliyorum. Sizi beklerken şiirler, mektuplar yazıyorum. Çok güzel resim yaptığım için Perihan teyze büyük resim defterleri, bir sürü renkli boyalar alıyor. Benim annem Mardin’de; fakat burada da Yüce Allah çok güzel bir anne gönderdi. Abdulkadir amcam da bana bol bol telefon kartı alıyor, ailemi daha sık  arayayım diye. Annem, babam, kardeşlerimle konuşuyorum. Bütün kalbimle sağlıklı ve mutlu bir yaşamı hep birlikte yaşamayı Yüce Allah’tan diliyorum

 

 

DAYANAMIYORUM

1994 yılında
Bu hastalık başladı
Bütün bedenimi birden
Hep sarmaya başladı
Yeter artık Allahım
DAYANAMIYORUM
 
bitti derken
Geri başladı
Beni dertten, derde
Geri bağladı
Yeter artık Allahım
DAYANAMIYORUM
 
Artık bıktırıyor
Bu hayat beni
Bazen düşünüyorum
Kendimi öldürmeyi
Yeter artık Allahım
Artık şifa ver
DAYANAMIYORUM
                                  20.01.2002
 
 
 Abdulkerim ER

 

 

Gurbette ölenin gözü yumulmaz."
 
Burcu ORHAN

          14 Yaşında olan Burcu, Adıyaman'dan gelmişti. İçten, sevgi dolu  bir genç kızdı. Onunla tanıştığımda bir kez daha anlamıştım bu çocukların ne kadar özel olduklarını.


          Burcu geçen yıl orta okulu bitirmiş. Fakat bu yıl Kuran-ı Kerim öğrenirim seneye de liseye giderim diyerek okula ara vermiş, Kuran-ı Kerimi öğrenmiş, son 3 yıldır da 3 aylar orucunu tutmuş. Bizi çok sevmiş, özellikle eşim ile aralarında özel bir muhabbet bağı oluşmuştu. Aylardır evinden uzak olan Burcu'yu mutlu etmek için cep telefonundan ailesi ile görüştürüyor, o da hiç umursamadan aile fertlerini tek tek telefona istiyordu. Eşim ona hiç kıyamıyordu, ailesi onu yoksulluktan ölüm döşeğindeki yavrularını görmeye gelemiyorlardı. Eşim ailesinin gelmesini sağladı ve onları evimizde misafir ettik. Günde 2-3 kez hastaneye götürüyorduk. Çünkü, anne-babanın evladından ayrı kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorduk.


          Burcu hastanede yatarken eşim böbrek  ameliyatı olacaktı. O gün hastaneye çocukları ziyarete gittik, eşim Burcu'ya "Bu akşam 19:30 da ameliyat olacağım, bana dua et," demişti. Hemşire hanım, eşim ameliyata girdiği saatlerde Burcu'nun kolundan kan alıyormuş ve Burcu da sessiz sessiz  bir şeyler söylüyormuş. "Burcu, bana kızdın da mı söyleniyorsun?" diyen hemşireye " Hayır, şu anda Kadir Amcam ameliyatta ben ona dua ediyorum" demiş. Ve  gerçekten onların dualarını Rabbim boş çevirmemiş, eşim 1 saat gibi kısa bir sürede ameliyatı atlatmış ve sağlığına kavuşmuştu.


          Ailesi gittikten 3 gün sonra bizi arayan Burcu, bizimle tek tek görüşüp sanki vedalaşmış, ertesi günde asıl mekanına uçup gitmişti.


          "Ey gönül, yokluk toprağında at sürme, canın gül bahçesinde at süre dur. Canın gül bahçesinde nelerimiz var bizim? Görünüşte yüzümüzün sararmış, solmuş olduğuna bakma. İç alemde yüzlerce gülen yüzümüz var bizim.

                                                                                                                                                Mevlana

SESSİZ GEMİ     
 
Artık demir alma günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli
Bir çare gönüller ne giden son gemidir bu
Hicranlı hayatın ne de son matemidir
Dünyada sevilmiş ve sevilen nafile bekler
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. 
                                                   Y. KEMAL

 

" Her yağmur bir bahar habercisidir..."